Bir yazar “Hüseyin anılınca içim sızlar” demişti. İçimizde bir sızı var ama sloganların dünyasında bir bedel biçmedik bu konuya. Sessiz bir çığlık gibi yanıyor içimiz. Bu sevgi ve muhabbetin her geçen gün derinleşmesi gerektiğini bildiğimiz için bu konunun riyadan uzak bir samimiyet içinde tefekkür edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir rövanş olacaksa bunun da yolu ahlaktan, mücadele ahlakından, Allah’ın rızasını kazandıracak amelden geçmeli. Dünyanın zalimlerine, müstekbirlerine dünyanın ebedi olmadığını, Allah’ın ezeli ve ebedi olduğunu, bir ve tek olduğunu, büyük mahkemenin ötelerde kurulacağını ve gerçek hesaplaşmanın da orada olduğunu anlatmak… Buna iman etmeyenin zaten cehennemlik olduğunu bilmek ve bildirmek… Evet, 3 günlük dünyada malikiyet duygunu ölçmek mi istiyorsun? Cennet de senin cehennem de… Onlar yaşasın diye ölmeye geldiğimiz şu dünyaya bir bedel gibi “ölmemden daha fazla değer vermem ben” demek… Ve böylece önce bu işin zühdünü yaşamak… Her sözün bir cürmü ve ağırlığı, her şeyin bir bedeli var. Allah (c.c.) bizi bu yolda samimi olan salihlerden eylesin… Ehl-i Beyte yakınlık duymak, yakınlıkların en güzeli… Şöyle bir düşünürsek, ahlaksızlık Kerbela ile en yüksek rezillik makamına ulaştı. Hz.Peygamber’in (s.a.v.) getirdiklerine tepkilerini nasıl ortaya koyacaktılar? Kendilerince bir çıkış yolu buldular ve torunlarını doğradılar. Evet, tam tabiri bu, doğradılar... Ve bunu, mezheple meşreple açıklamak mümkün değil… Selman-ı Farisi’nin buyurduğu gibi “Biz, İslam’ın çocuklarıyız” ve başka türlü düşünmemiz mümkün değil… Irk, mezhep, meşrep, bu konunun çok uzağında konular… Düşünceler daha sistemleşmeden çok önce, “duygular” vardı. İnsanı vareden ve insan kılan duygular… İmanımız, aidiyetlerimiz, muhabbetimiz, aşkımız… Hz. Resulullah’tan (s.a.v.) yana tavır koyan yapımız, “imanımız…” Utanmasalar, “Allah böyle istedi!” diyecekler… Haşa ve haşa… Mümkün mü? Asla mümkün değil… Bu, insanın, inançla ilgili bağlarını ilmik ilmik söker kopartır. Hz.Muhammed’in (s.a.v.) şu isimlere düşkünlüğü çok açık… Hz.Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin… Tüm bunlar Muhammedsiz (s.a.v.) olmuyor… Hz. Ali de Hz. Muhammedsiz (s.a.v.) olmuyor… Kimi, neyi, kimden ayırabilirsiniz ki… Muhabbetsiz, nereye kadar gider bu yol… Bu yola baş koymak, bu yolda baş vermek de var demek ki… Ne yapalım? Bu büyük sızıyı ağzımıza almayalım mı? Aklımıza dahi getirmeyelim mi? Bu, unutulacak bir şey midir? Yeryüzündeki İslam mezheplerinin ekser ortalaması bugün Hanefilikten geçer ve bu asra en uygun yaklaşımları Hanefilikte bulabiliriz. Hanefiliğin başı, o koca imam Ebu Hanife’ye Resulullah’ın (s.a.v.) mümtaz torunu Cafer-i Sadık Hz.’nin müspet dokunuşları olmadı mı? Bu uğurda çile çekip, hapislerde sürünüp şehid olmadı mı? Fıkhın en keskin simalarından İmam-ı Şafii (R.Aleyh) “Hz.Ali’yi sevmek râfizilik ise bütün dünya bilsin ki ben rafiziyim” demedi mi? Onlar gönül gözüyle de aşikâr olan bu konuda imanlarının gereği aidiyetlerini ortaya koymadılar mı? Evet, aidiyetlerini en mükemmel biçimde ortaya koydular, susmadılar… Tüm bunlar yaşanmasaydı dahi hakikat belli değil miydi? Tarafgirliklerden, ikiliklerden, yaşanmaması gereken tarihsel olaylardan sıyrılarak söyleyelim; Ehl-i Beyt’i sevmenin hükmü, dün belli olduğu gibi bugün de belli değil mi? Yoksa aynı hataların tekrarına bugün de göz mü yumacağız… Asla ve asla… Bazı şeyler eylem ve söylem olarak kolay tüketilir. Ama bu konu asla kolay tüketilemez, kolayca geçiştirilemez dostlar!..
Değerlerin iflas ettiği bir dünyada, görünüşte özgür ama eli ayağı, gözü kulağı kelepçeli insanların ahlaki değerlerle buluşmalarında; paraya, şöhrete, mala, ihtiraslara tutsak insanlığa İslam’ın yüksek hakikatlerini kim layıkıyla anlatacak? Kim İslam’ın Allah merkezli merhametini, şefkatini insanlığa taşıyacak? Her şeyin sahtesinin misliyle çoğaldığı şu zamanda kim âlim ile cahili, evliya ile eşkıyayı, sahtekâr ile gerçeğini ayırdedecek? İnsanların ahiret yollarına tuzak misali döşenmiş bu sahtekârlardan ümmet-i Muhammed’i kim kurtaracak? Kalbinde dağlar gibi imanı olan ama şartların savurduğu yanlış mahfillerde heba olan nice gönlü güzel insana kim layıkıyla el uzatacak? İçinde hiçbir tatmin ve beklenti olmadan içindeki cevheri ona haykıracak, “ne olursan ol, yine gel!” diyecek, kim, kim? Var mı böyle “Hz. Ali pazulu Yunus gönüllü” liderler? İnsanların üzerinde ittifak ettiği arslanlar, ahiret pehlivanları, maneviyat erleri… Hadislerde ahir zamanda Ehl-i Beytin öne çıkartılması tesadüf mü sizce? Bu işaretleri doğru okumamız ve doğru adreslere gitmemiz lazım… İçimize sinmeyeni onaylayıp güzel gönlümüze kıymanın bir anlamı yok… Burada, bu duygu ve düşünceler içerisinde iken, ümmetin bu konuda durduğu yerin önemi çok kıymetli. Allah (c.c.) mutlak güç, kuvvet, kudret sahibidir. Dilediğini öne çıkarır ve insanlar içinde manevi bir komutan olsa da bir asker gibi onu ümmete hizmet ettirir. Öne çıkardığını da hilafsız tam yetiştirir. Böyle bir yetişmişlik ise herkesin içine siner. Zihnimizdeki bazı bozuk ölçülerle var olan güzelliği değerlendirememek ancak bizler için bir nasipsizlik olabilir. Ölçülerimiz çok doğru olsaydı, maneviyatımız da çok farklı olurdu. Allah dostları bulunduğu asrın özelliklerine göre şekillenir ve hizmet edecek şekilde donatılırlar. Merhametleri, tevazuları, vakarları, ilimleri, duruşları, kişilik özellikleri bulundukları asırda en güzel şekilde hizmet edecek yapıdadır. Aslanı aslana boğdurmadıkları gibi, hiç kimseye de haksızlık yapmazlar. Önemli olan ahir zamanda hizmet edecek yüce gönüllü insanların donanımlarını ve maneviyat çıtalarının yüksekliğini bizim doğru anlayıp anlamadığımızdır. İslam’ın yüceliği ve evrensel etkisi, bizim tasavvurlarımızın çok çok üstündedir. Kendi kısır ölçülerimize sığmayacak nice güzellik ve inceliği içinde barındırır. İnsanların ruhi güzelliklerini fark edemeyen, potansiyellerini hissedemeyenler, kendi klasik düşünceleriyle ahirete giden yolda eşkıyalık yapar ve insanlığın imanını çalarlar, ahirette de makam hayalleri kurarken cehennemin dibini boylarlar da haberleri dahi olmaz. Her tarafından iç kibir akan sahte tevazulu halleri ve ihlassız amelleriyle kurdukları kendini ve başkalarını kandıran riyakâr düşüncelerden oluşmuş sahte bir maneviyat algısıyla bu yollar aşılmaz, aşılamaz. Ta işin başında hakiki manada korku ve ümit arasında olan ve Allah’ın merhametine teslim olmuş bir psikolojiye de oldukça terstir.
Evet, anası Fâtımâ olanın İslam’dan başka, Resulullah’a (s.a.v.) ve evlatlarına cân-ı fedadan başka bir derdi olabilir mi? Hem Selman-ı Farisî gibi “Biz İslam’ın çocuklarıyız” diyeceğiz hem de Ehl-i Beytine canımızı feda edeceğiz. Bu bizim imanımızın sınırları içinde bir konu… Hem de her tarafı kırmızı çizgilerle dolu bir “öz”.
Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Ehl-i Beyt üzerinden olan bağlılığımızın günümüzde de bir anlam haritası ve izlediği bir yol, gerçek / reel muhabbet unsurları, Allah rızasına dayalı bir bağlamı olmalı. Bu bağlamın hem fıtrat, hem geçmiş ve gelecekle bir ilgisi olmalı. En önemlisi de bu konu ümmetin birliğinin ve beraberliğinin, kardeşliğinin tesis ve temeli olmalı. Tüm bunlara dair içimizde yeşeren filizler olmalı. Geçmişin izlerini silip geleceğe ışık olacak tertemiz bir sayfa olmalı. Güzel ahlak, empati ve hoşgörü, sencillik ve diğerkamlık, şefkat ve merhamet olmadan bunlar mümkün mü? Bazı müjdeler olmadan bu mümkün mü? Bunları hayata geçirmeden bir rıza kapısı aralamak mümkün mü? Olsaydı şimdiye kadar olurdu… Demek ki mümkün değil… Bunlar olmadan asla… Ehl-i Beyt olmayan birilerinin bunu başarabileceği de halihazırda mümkün görünmüyor. Mevcut mümtaz Ehl-i Beyt kitlelerinin de buna hazırlıklı olması lazım. Çünkü Resulullah’a (s.a.v.) olan saygı ve sevginin, üst düzeyde imanın onlarda da üzerinde düşünülmeye değer ciddi bir karşılığı olmalı. Zaten var… Aksi halde iyi ve doğru bir temsil içinde olunduğunu iddia etmek doğru olmaz…
Sonuç olarak Allah (c.c.) bizleri ölçüleri doğru, ahlakı güzel, merhametli ve cesur insanlardan eylesin ve arayışlarımızda iyi ve doğru insanlarla karşılaştırsın, manevi fırsatlarla yüzleştirsin… İçinde buram buram Ehl-i Beyt sevgisi olan ehl-i sünnetin ana caddesinden de ayırmasın…
