Ahiretten Dünyaya Bakmak…

21. yüzyıldayız. Ahiretten 21. yüzyıla ve geçmiş tüm zamanlara bakıyoruz. Şu an göremediğimiz tüm gelecek ve geçmiş asırların tüm zamanları dünyada iken varlığını tartıştığımız ahiretin bir ânına dahi karşılık gelmiyor. Çünkü burada yani ahirette ebedî bir hayatın yaşantısı içindeyiz. Artık dünyada hep korktuğumuz “ölüm” meselesi burada kalkmış, ölümden hiç söz edilmiyor buralarda. Dünyadayken üzerinde konuştuğumuz iyi ya da kötü her fiilimiz burada sonsuzluğun içinde yerini çoktan almış durumda. Dünya diliyle söylersek “yakıtımız, oksijenimiz, gıdamız” onlar. Dünyadayken peygamber hayatlarında nadir zamanlarda vuku bulan mucizeler burada hep var. Çünkü ebedî ahiret hayatının kendisi bir mucize. İnsan algı ve idrakine “olağanüstü” gelen her şey, burada hep var. Açlık, tokluk, şehvet, boşaltım ihtiyacı gibi dünyadayken bizi biz yapan ve onlarsız olmayan her şey burada başka bir şekil almış… Haksız yere kavgasını verdiğimiz, her şey burada artık üzerimizde bir etkisi ve anlamı olmayan ama çok hayıflandığımız, geçmişin akıl almaz hatalarına ve çılgınlıklarına dönmüş ki, hepsi birer üzüntü kaynağı. Ahiretten dünyaya bakmak, dünyada iken üzerinde düşündüğümüz ve samimi olmak, ihlaslı olmak için kendimizi kodladığımız, “bak, bir de böyle düşün!” dediğimiz bir tefekkür alanı idi. Ahiret ve ebediyet, geleceğe yönelik ve vahiyle bildirilmiş bir beklenti, bir inanç, bir iman, bir tasavvur idi. Üzerinde “sen inanmıyorsun, ben inanıyorum, sen az, ben ise çok inanıyorum” dediğimiz muhayyel bir gelecek gibiydi. Korkumuz ve sevgimiz, muhabbetimiz kadar bağlı idik inancımıza… Hatalar yapar, günah işler, tevbe eder ya da üzülürdük. İyi bir şeyler yapınca da onun huzuruyla yaşar, tekrarını ümit ederdik. Bunalımlarımız vardı, onlarla adeta demlenirdik, vakit geçirirdik, hayat biraz da öyle akar giderdi. Kontrol edemediğimiz zamanı melankolik, duygulu bir şekilde yaşardık. Her çaresizliğimiz ayrı bir duygu, ayrı bir tepkiye dönerdi. Zor zamanlarımızda adı konulmamış bir biçimde sabrederdik. İşte şimdi, sabrın neye yaradığını burada bizzat görüyoruz. Dünyadayken “iman artar mı eksilir mi?” diye konuşurken ahiret denen bu mekânda imanın tam da içinde yaşıyoruz. Dünyadayken, bizden önceki asırlarda sonu kıtalle, ceza ile biten kelam tartışmaları vardı. Bugün burada bunların hiçbiri yok ve dünyadayken istikamet eylediğimiz iman ettiğimiz konuların lütfuyla, Yaradanın sonsuz merhametinin içinde yaşıyoruz. Oysa dünyada iken bu durumları “ümit” dediğimiz yüksek iman ve beklenti ile kendi içimizde yönetmeye çalışırdık. Şimdi ise “sabredenlere müjdele!” ayetinin tecellilerini buram buram yaşıyoruz. Çünkü müjdelere ulaştık. Gazaba uğramanın, ceza görmenin, hatalarımıza göre af ya da mağfirete uğramanın hak olduğunu da burada yakinen görüyoruz. Hatalarımız kadar sorgulandık ve cezaya uğradık. “Üstünlüğün takvada olduğu” kadar makam sahibi olduk ya da hatalarımız kadar cezalandırıldık… Söylemesi kolay ama bunu burada hissetmek yani cezaya maruz kalmak çok zor… Zordan da zor… Oysa bu durumun böyle olduğunu, mükâfatıyla cezasıyla dünyada iken zaten söylemişlerdi. Buna “haber-i vahid” deniliyordu.
Dünyadaki dostluklarımız kıymetliydi, ilk şokları atlattığımızda amel defterleri açılıp hesaplar görüldüğünde en çok düşündüğümüz kendimizdi. Ne evlat ne ana ne baba, herkes kendi derdindeydi. Kötü yol arkadaşlarımıza ne olmuştu, iyi yol arkadaşlarımız, varsa can yoldaşlarımız neredeydi? Birlikte tefekkür ettiğimiz dostlar, birlikte mücadele verdiğimiz insanlar bu inceden de ince hesabın içinden nasıl çıkmıştılar? Biz yani kendimiz ne haldeydik? Elin ayağın, gözün kulağın dahi dile geldiği ahiret yurdunda Rabbimize ne diyebilecektik? Dünyada iken iyilikte de kötülükte de insanları kandırmak mümkündü ama burada kime ne diyebilecektik? Nasıl hesap verecektik? Şu an, dünyadayken, geleceğin “mişli geçmiş zamanını” konuşuyoruz. Ahirette bunu “dünyada ne yapmıştık?” diye ifade edebiliyoruz ancak… Geçmiş, gelecekle bu kadar mı iç içe girer? Bu nasıl zaman, bu nasıl mekândır ya Rabbi!
Ahirette artık “şucu, bucu” olmaya gerek kalmamıştı. Çünkü kendimizi ait hissettiğimiz her şeyi zaten Allah (c.c.) yaratmıştı. Irklar, kavimler, milletler, geçmiş ümmetler, cinsiyet her şey ama her şey… Dünyadayken bizim için yaratılan hiçbir güzelliği layıkıyla fark edememiştik. Çünkü dünya bir “kafası karışıklar mekânı” idi. Doğru söyleyen ve doğru yaşayan insanlar olduğu gibi hayatı ilmen, fikren, fiilen yanlışlarla dolu insanlar da vardı. Hem de çok… Dünyanın düzeni böyleydi. Ne DNA’nın hakkını verebilmiştik, ne gökyüzündeki binbir türlü güzelliğin… Ne hücrenin, ne endoplazmik retikulumun, ne ATP’nin ne ADP’nin... Ne kuarkların ve bozonların, ne fotonların ve iç içe binbir parçacığın niçin yaratıldığını ve bizdeki karşılığını layıkıyla hissetmemiştik… Ne bizler için yaratılmış her türlü ve mükemmel nimetlerin farkındaydık ne de iyi insan olmanın ebediyete sarkan hallerini idrak edebilmiştik… Kısacası yeryüzünün halifesiydik ve çok kötü bir temsil içindeydik… Sapıklığın binbir türü vardı. Düşünsel, fiilî, davranışsal… Hepsi bizde vardı ve pervasızca icra ediyorduk. İlme ve âlime saygı duymadık… Allah’ın (c.c.) yeryüzünde tecellileri olan bilime sırtımızı döndük. Hayata dair okumalarımız çok kötüydü. Hiçbir şeyden ibret almadık ve bugün yani ahirette yaşayacaklarımıza inanmadık… Tüm uhrevî gerçeklere bilerek isteyerek, dillendirerek karşı çıktık. İnsanları kandırdık, çaldık çırptık, kul hakkına girdik, başkalarını değil hep kendimizi düşündük… Bugün ise bir an için dünya hayatını düşündüğümüzde ne kadar büyük hatalara gönüllü, bilerek, isteyerek imza attığımızı görüyor, çok ama çok üzülüyoruz. Gayretsizliğimize, tembelliğimize, cimriliğimize, sınır tanımaz zevkler peşinde koşan şehvetimize, yalan yanlış öfkemize, kalpler kıran davranış bozukluklarımıza…
Oysa bize ahlakı anlatmışlardı. Güzel ahlakın ne olduğunu biliyorduk. Bilmek, öğrenmek, duymak, görmek ve gözlemlemek için büyük imkânlara sahiptik… Yaptığımız bir iyiliğe yedi yüz kat vereceklerini biliyorduk. Kâinatın her tarafından Rahman’ın merhameti adeta fışkırıyordu, akıyordu üstümüzden ama hiçbirini içimize almadık… Gözümüzü, kulağımızı kapadık, zihnimizle reddettik, aciz aklımızla itibarsızlaştırdık, gönlümüzü körelttik ve bugün ebedi ahiret yurdunda ne haldeyiz?
Evet dostlar, artık dünyadan ahirete bakmakla ahiretten dünyaya bakmak arasında bir fark olmadığını iyice görmemiz gerekiyor. Çünkü gerçekten Allah (c.c.) var, ahiret var ve Peygamberler haktır…
Hoşça kalın, sevgiyle kalın…