İstişare kelime ve terim olarak ne anlama geliyor?
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) salât ve selâm olsun.
İstişâre ve şûrâ kavramlarının fiil kökü “şevere”dir. İstişâre, müşâvere, meşveret, müşûre hep bu kökten türetilen “danışıp görüşmek ve işaret almak” manasına gelen mastar kelimelerdir. Ayrıca bu kelimeler (istişâre, müşâvere, meşveret), “arı kovanından bal almak” manasına da gelir. Bununla sanki birçok görüş, seçenek ve alternatiften bal gibi en saf, en halis ve en faydalı olan kanaati tercih etmek manası kastedilir. Bir binek satışa arz edileceği zaman, yürütülür, götürülüp getirilir. Bu şekilde hayvanın gidiş ve gelişi sırasında kusurları fark edilir. Bu esnada hayvanın kusurları ya da vasıfları ortaya çıkar ki, şûra esnasında da bireyler fikirlerini ortaya atarak eksikliklerini veya doğruluklarını görürler. Bineklerin götürülüp gösterildiği ve satışa sunulduğu yere de el-Mişvâr denir.
“Şûrâ” kelimesi de, aslında “tûbâ” vezninde bir masdar olup arzedilen masdarların kökünü teşkil eder ve tıpkı onlar gibi, “danışmak” ve “birbirinden görüş almak” demektir. İbn Fâris (ö. 395/1004), “şevvere” fiilinin bir şeyi ortaya koymak, sunmak, ayrıca bir şeyi almak manasında iki anlamı ifade ettiğini belirtir. (İbn Fâris, Mu‘cemu Mekâyîsu’l-Luga, 3/226-227) Zamanla daha çok, “danışma” mânasında kullanılan “Şûrâ” kelimesi, “görüş sahibi” anlamında isim olmuş ve aynı zamanda toplanıp görüş beyan eden topluluğun da adı haline gelmiştir.
İstişâre, meşveret, şûrâ şeklindeki bu kelimelerin kavramsal anlamını dikkate aldığımızda, değerli ancak elde edilmesi güç olan balın, usulüne uygun bir şekilde “mişvar” denilen bir aletle çıkarılması, bir bineğin alım-satımında olumlu ve olumsuz yönlerinin ortaya çıkarılması için yürütülüp koşturulması ve herhangi bir mevzuda malumatı olmayan kimsenin, başka birisinin işareti ve imâsı ile yeni bir bilgi edinmesi manasına geldiği görülür. Bu nedenle istişâre de, tıpkı bal gibi kıymetli bilgilere sahip tecrübeli kişilerden yöntemine münasip bir tarzda bu görüşlerinin alınması, bir bineğin alım-satımında olduğu gibi karşılaşılan bir sorunda çözüm yolu aranırken olumlu ve olumsuz fikirlerin ortaya konulması için bir başkasının uyarı ve yönlendirmelerine ihtiyaç vardır. Tüm bu tariflerdeki ortak nokta, en iyi, en doğru ve en güzel görüşlere varmak için fikir alışverişinde bulunma, müzakere etme ve gereğini yerine getirmektir.
Kısacası istişâre, herhangi bir konuda karar alınmadan önce, ehil kişilerin görüşünü öğrenmektir. Meselelerin etraflı bir şekilde araştırılması, fikir alış-verişi, daha sonra da alınan kararın uygulanmasının gerekliliğidir. Demek ki istişâreden maksat, herhangi bir meselede istişâre yapılırken, meselenin en güzel yönünü bulmaktır, hata ihtimalini aza indirmektir.
Kur’an’da emredilen ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uygulamalarında da geniş yer bulan istişarenin İslam’da önemine dair neler söylenebilir?
İki âyet hem Hz. Peygamber’e (s.a.v.) hem de O’nun şahsında bütün Müslümanlara istişâre etmeleri gerektiğini emreder.
Birinci âyette: “Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri de aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar.” (eş-Şûrâ 42/38) Bu âyette Müslümanların toplumsal meselelerini aralarında yapacakları istişâre ile yürütmeleri emredilir. Ayrıca âyetin bir siyasal toplumun oluşmadığı Mekke döneminde inmiş olması, istişâre prensibi Müslümanların hayatında siyasî yapıya dair olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir. Ayrıca âyetin indiği sûreye şûrâ isminin verilmesi de istişâreye atfedilen önemi gösterir.
Diğer âyet ise, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e (s.a.v.) yöneliktir: “İş hususunda onlara danış.” (Âl-i İmrân 3/159) Yani her hususta “en güzel örnek” olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu konuda da örnek olması istenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud savaşı öncesinde, ashâbı ile takip edilecek strateji konusunda istişâre etmiş ve gençlerin istediği şekilde karar vermişti. Ama sonuçta müşriklere yenilmişlerdi. Yine de Allah, Âl-i İmrân sûresinde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) hitaben, insanlara karşı şefkatle, yumuşaklık ve lütufla davranmasını, kusurlarını bağışlamasını, işlerinde onlarla meşveret edip görüşlerini de esas almasını istemiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) risaleti süresince istişâreye, bilindiğinden çok daha fazla önem verdiği bir gerçektir. Onun, gerek Mekke’de, gerekse Medine’de hakkında vahiy nazil olmayan her sorunu genellikle arkadaşlarıyla istişâre ederek çözümlediği ve bunun böyle olması gerektiğini fiilen gösterdiğini de hadis kaynaklarından öğrenmekteyiz. Konu ile ilgili bazı rivâyetler şu şekildedir:
“Müslümanların fikrini almadan emir tâyin etseydim, İbn Ummü Abd’i/Abdullah b. Mes‘ûd’u tâyin ederdim.” (Tirmizî, “Menâkıb”, 38)
“İstişâre edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 123)
“Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi semâ ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişâre edeceği dört veziri vardır. Ben de aynı şekilde semâ ehlinden Cebrâil ve Mîkâil; arz ehlinden Ebû Bekir ve Ömer ile takviye edildim.” (Tirmizî, “Menakıb”, 17)
“Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murâd ederse, ona salih bir vezîr nasib eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.” (Ebû Dâvûd, “Harâc”, 4)
“İdarecileriniz, içinizden iyi kişiler, zenginleriniz ise, cömert kişiler olduğu ve işleriniz de müşavere ile yürütüldüğü takdirde, sizin için toprağın üstü altından daha hayırlıdır. İdarecileriniz, kötüleriniz, zenginleriniz ise, cimrileriniz olduğu ve işleriniz de kadınlarınıza kaldığı zaman sizin için toprağın altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, “Fiten”, 78)
Ebû Hureyre’nin (ö. 58/678): “Resûlulah’tan (s.a.v.) daha çok, adamları ile istişâre eden bir kimse görmedim.” (Tirmizî, “Cihâd”, 34) ifadesi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır.
İstişâre, İslâm siyaset kültürünün yapı taşıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dinî konularda vahye tabi olup çevresine İslâm’ın gerçeklerini aktarırken danışma değil, tebliğ pozisyonunda olduğu halde savaş ve toplum yönetimi gibi konularda toplumun akil adamlarına, kabile başkanlarına ve konuyla ilgisi olan kişilere danışmıştır. İstişâre, aynı zamanda ortak aklı üretmek için de gereklidir. Ma’şeri vicdana ve umumi efkara en iyi şekilde tercüman olacak bir fikir ve vizyon ortaya koyabilmek tüm boyutları ele alabilen bir fikrî ameliye ile mümkün olabilir. Bu fikri ameliye eleştirel aklın hâkim olduğu bir toplumsal kültürde daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar.
Turtûşî’nin kadim sözlerden aktardığı rivâyete göre ise, dört vasıf kime verilmişse o kimseler dört şeyden alıkonmayacaktır: Şükür vasfını elde eden kimseye nimet kat kat çoğalacak, engellenmeyecektir. Tevbe vasfına kavuşan kimsenin duaları kabul olacaktır. Hayrı arama tutkusu ve danışma vasfı taşıyan kimse hayırdan men edilmeyecektir. Meşveret eden doğruyu elde edecektir.” (Bk. Muhammed b. Turtûşî, Sirâcu’l-Mülûk, çev. Said Aykut (İstanbul: İnsan Yayınları, 2011), 145, 236, 237)
Hz. Ali’nin (ö. 40/661) istişârenin önemine dair söylediği şu veciz ifade de konunun önemini ortaya koymaktadır: “İstişâre doğru yolu bulmaktır. Kendi görüşünde direten tehlikededir.”(Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Basrî el-Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn (Beyrut: Dâru İkra, 1405/1985), 311)
İstişâre, vahiy gelmediğinde mi söz konusu olmuştur? Doğal olarak vahiy alan Hz. Peygamber (s.a.v.) hangi konularda istişare etmiştir? İstişare örnekleri verebilir miyiz?
Evet, istişâre, vahiy gelmediğinde söz konusu olmuştur. Hakkında nass varid olan konular istişâre konusu değildir. Vahyin dışındaki tüm konularda istişâre etmişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), gerek Mekke’de, gerekse Medine’de hakkında vahiy nazil olmayan her sorunu genellikle arkadaşlarıyla istişâre ederek çözümlediği ve bunun böyle olması gerektiğini fiilen gösterdiğini de hadis kaynaklarından öğrenmekteyiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) ümmetin menfaatiyle ilgili gerek devlet işleri olsun, gerekse diğer konularda olsun sahabeyle istişârelerde bulunmuştur. Hiçbir zaman istişâreyi ihmal etmemiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ferdî, ailevî, ticarî, cezaî, siyasî vb. birçok alanda istişâreleri olmuştur. Bununla ilgili birçok örnek “Hz. Peygamber’in İstişâreleri” adlı eserimde zikretmiştim. Konunun uzamaması için bir kaç örnekle iktifa edelim.
Kanunlara ve hukuka uygun kararlar alıp tatbik etmenin yolu ise istişâreden geçer. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu konuda yapmış olduğu birçok icraatı vardır. Savaşla ilgili bir kısım istişâre örnekleri vardır. Ebû Süfyan’ın Şam’dan gelmekte olan kervanının haberi kendisine ulaşınca bir istişâre meclisi kuran Hz. Peygamber, bu mecliste Bedir’de Ebû Süfyan’la savaşılıp savaşılmaması konusunda ashâbla istişâre etmiştir. Önce Hz. Ebû Bekir sonra da Hz. Ömer ayağa kalkıp, muhâcirleri temsilen Kureyş ordusuna karşı gidilmesi ve Ebû Süfyan’ın kervanını takipten vazgeçilmesi yönünde görüş beyan etmiştir. Daha sonra Ensâr’dan Sa’d b. Ubâde (ö. 14/635) ayağa kalkıp: “Bizi kastediyorsunuz sanırım? Ey Allah’ın Elçisi! Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki eğer sen bize atlarımızı deryaya sürmemizi emretmiş olsaydın mutlaka deryaya sürerdik. Ve eğer sen bize atlarımızı Berku’l-Gımad’a sürmemizi emretseydin bunu da yerine getirirdik.” demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) insanları Kureyş ordusuyla savaşmaya çağırmıştır. Alınan karara göre hareket edilmiş ve Bedir’e varılmıştır. Bir süre sonra Kureyş ordusunun su taşıyan develeriyle karşılaşılmıştır. (Müslim, “Cihad ve’s-Sîyer”, 83)
Görüldüğü gibi, bu istişâre bütün Müslümanları ilgilendirdiği için Hz. Peygamber (s.a.v.), her kesimin temsilcisiyle görüşmüştür. Görüşmeler neticesinde sonuna kadar savaşılacağına ve Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan bağlılıklarını sürdüreceklerine dair görüşler ortaya çıkmış ve savaş kararı alınıp uygulamaya geçilmiştir.
Sahâbîler, hukukî bir problemleri olduğu zaman Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gelip durumu arz ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) onların görüşlerini aldıktan sonra uygun olan hükmü veriyordu. Gerçi bu tür danışmalar neticesinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) verdiği kararlar kaza niteliğinde idi. Çünkü hukukî kuralların bir kısmı zaten konulmuştu. Nasslar ile sabit idi. Bunlar istişâre neticesinde de değişmeyen kurallar idi. Sahâbe yapılan işin ceza kapsamına girip girmediğini, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) danışırdı.
Hz. Berîre’nin (ö. 60/680) hürriyete kavuşturulması buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Âişe (ö. 58/678) Berîre’yi satın alıp hürriyete kavuşturmak istemiştir. Fakat sahipleri velâ hakkının kendilerine ait olduğunu söyleyince Hz. Âişe durumu Resûlullah’a (s.a.v.) zikretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Âişe’ye: “Eğer sen onların ileri sürdükleri bu şartı onlar lehine kabul etsen de şüphesiz velâ hakkı ancak âzâd edenindir.” diyerek Hz. Âişe’ye hukukî yolu göstermiştir. (Buhârî, “Zekât”, 61; Müslim, “Itk”, 5)
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatında da kadınlarla istişâre örnekleri pek çoktur. Bununla ilgili şöyle bir örnek zikredilebilir. Nübüvvetin başlangıcına ait şöyle bir vaka anlatılır. Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz peygamberliği hususunda kesin bilgi sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu ilâhî terbiye icabı, sık sık bir kısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddî bir şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice Hz. Peygamber’i (s.a.v.) şöyle teselli etti: “Öyle deme; Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misâfiri ağırlarsın...” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “İmân”, 252)
Kadın sahâbînin evlenme konusunda Hz. Peygamber’le (s.a.v.) istişâre etmesi ile ilgili şu örnekte önemlidir. Hz. Fâtıma bint Kays’ın (ö. 54/674) rivâyet ettiğine göre;
(Kocası) Ebû Amr b. Hafs, uzakta iken onu üç talâkla boşadı. Kocasının vekili, Fâtıma bint Kays’a bir miktar arpa gönderdi. Fâtıma da (nafaka olarak az bir şey gönderdiği için) vekile kızmıştı. Vekil de:
“Vallahi senin bizim üzerimizde hiçbir hakkın yoktur.” dedi. Bunun üzerine Fâtıma bint Kays, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) geldi ve durumu anlattı. Hz. Peygamber:
“Senin Ebû Amr üzerinde bir nafaka hakkın yoktur” dedi ve Ümmü Şerîk’in evinde iddetini tamamlamasını emretti. Sonra da:
“O (cömert) bir kadındır. Onun evine ashâbım çok gider. Sen Ümmü Mektum’un evinde iddetini tamamla. O âmâdır. Elbiseni de çıkarabilirsin. İddetin bitince bana haber ver” buyurdu.
Fâtıma bint Kays diyor ki: “İddetim bitince, (Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gidip), Muâviye b. Ebû Sufyan ile Ebû Cehm bana evlenme teklif ettiler.” dedim.
Hz. Peygamber: “Ebû Cehm, sopayı elinden düşürmez. Muâviye ise son derece fakirdir. Hiçbir malı yoktur. Sen Usâme b. Zeyd ile evlen.” buyurdu. Fakat buna razı olmadım. Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra: “Usâme b. Zeyd’le evlen.” diye tekrar etti. Ben de onunla evlendim. Allah bu evliliği hayırlı kıldı. Usâme ile evlendiğim için diğer kadınlar bana gıpta ettiler. (Müslim, “Talak”, 36)
Bu örneklerde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarla istişâre etmeyi ihmal etmemiştir. “Kadınlarla istişâre edilemez.” gibi bir anlayış, Kur’ân’ın ve sünnetin ruhuna aykırıdır. İstişârede ölçü cinsiyet değil, liyakattır.
Kimlerle istişâre edilebileceği hususunu Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatından örneklerle günümüzde de bir prensibe dönüştürmek mümkün müdür?
Hz. Peygamber (s.a.v.), istişâre edilecek meselede kimi veya kimleri ilgilendiriyorsa, erkek-kadın, genç-yaşlı ayırımı yapmadan fikirlerine başvurmuştur. Bedir savaşında Hz. Peygamber’in Hubâb b. Münzir (ö. 20/641) ile istişâresi bu anlamda kayda değer bir örnektir.
Hubâb b. Münzir bu konuda şöyle der: “Hz. Peygamber ile Bedir günü savaşa ben de katıldım. Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir kuyusunun yanına geldi ve kuyunun arkasına mevzilenmeye karar verdi.
Ben de:
“Ey Allah Elçisi! Burası Allah’ın seni yerleştirdiği bir yer mi yoksa harp, rey ve hile gereği takdiriniz mi?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
“Elbette ki o harp, rey ve hile sonucudur.”
Ben de:
“Ya Resûlullah! Burası konaklama yeri için uygun değildir. İnsanları kaldır ve bizimle müşriklerin en yakınındaki suya gel. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Orada bir havuz yapalım ve su ile dolduralım ki Kureyş ile savaştığımızda biz içelim onlar ise içmesinler.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) dedi ki:
“Hakikaten re’yle iyi yol gösterdin.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) beraberindeki insanlarla Bedir kuyularına geldiler. Sonra emretti, su kuyuları kapatıldı. Müslümanların yanında konakladığı su kuyusunun üzerinde ise bir havuz yaptı. Böylece düşman sudan mahrum bırakılmış oldu. (İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, 2/272)
Bu örnekte Hz. Peygamber (s.a.v.), Bedir kuyularını iyi bilen ve savaş yerinin tespiti konusunda tecrübeli olan Hubâb b. Münzir’in itirazını dikkate almış ve onun önerdiği yer tercih edilmiştir.
Bedir savaşındaki bu meşveret, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashâbıyla yaşadığı hayattan ideal bir örnektir. Birçok büyük insan içinde yaş ve tecrübe olarak diğerlerine göre eksik olan bir sahâbî, çekinmeden riskli bir konuda kendi fikrini rahatlıkla söyleyebilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendi ashâbını onunla beslediği ve yetiştirdiği bu özgürlük durumu, Müslümanların ve Müslüman toplumun, bütün sağlıklı ve kararlı fikir ve düşüncelerden istifade etmelerine neden olmuştur.
Ayrıca Hubâb b. Münzir’in şahsında nebevî terbiyenin büyüklüğünü fark ediyoruz. Bu terbiye Hubâb’ı özgürce ama edepli bir şekilde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzuruna götürüyor. Hubâb, ısrar etmeden kendinde olan planı sunabiliyor. Fakat genel olan bir soru sorduktan sonra planını arz ediyor: “Ey Allah’ın Elçisi, bu karar, bir adım bile muhalefet edemeyeceğimiz ilahi bir karar mı? Yoksa şahsî görüş, savaş taktiği ve savaş tuzağı mı?” Bu soru aynı zamanda bir komutanlık örneğidir. Burada askerin, büyük komutanın yanında ne zaman ve nasıl konuşabileceğini gösterir. Şöyle ki: “Eğer bu görüş, ilahi bir tercih ise burada boynu vurulsa bile, bir adım ileri veya geri gitmek yok. Eğer beşeri bir görüş ise, askerin yanında yeni stratejik mükemmel bir plan var.”
Bu örnekte, sahâbînin istişâre metotlarını, fikir beyan etme adabını, itaat ve tartışma yöntemini bize öğretmiş oluyor. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.v.) komutanlığını ve askerî dehasını da açıkça görmüş oluyoruz.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatından bu ve buna benzer örneklerle istişâre ilkesini günümüzde de bir prensibe dönüştürmek mümkündür. Günümüzde insan ilişkilerinin daha da karmaşık ve çok yönlü olması sebebiyle istişâreye daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sebeple Müslümanların muvaffak olması için, ferdî, ilmî, siyasî, ticarî vb. tüm alanlarda istişâre mekanizmasını canlandırmaları gerekir. İstişârenin ilke ve esasları çerçevesinde değişik görüş ve fikirlerin zenginliğine ulaşılmalıdır.
Bizzat Kur’an’dan istişâre örnekleri vermek gerekirse neler söylenebilir?
Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre ile ilgili iki sarih âyet yukarıda ifade edilmiştir. Bunlardan birincisi Mekke’de nazil olan ve istişârenin önemine binaen “Şûrâ” adı verilen sûrenin 38. âyetidir. İkincisi ise, Medine’de Uhud savaşı neticesinde indirilen Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetidir. Bu iki ayet dışında Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de bir takım istişâre örneklerinden söz eder.
Örneğin, Bakara sûresinin 233. âyetinde ebeveynin çocuklarını sütten kesme konusunda kendi aralarında danışarak karar vermeleri önerilmiştir:
“…Ana baba karşılıklı danışarak ve anlaşarak çocuğu sütten kesmek isterlerse bundan dolayı onlar için bir sakınca yoktur…”
Taberî’ye göre, bu âyette anne veya babadan herhangi biri, süt emmekte olan çocuktan ötürü birbirlerini zor durumda bırakamazlar. Ancak kendi aralarında istişâre edip anlaşarak çocuklarını sütten kesmeleri durumunda kendileri için bir günah yoktur. Eğer anlaşabilirlerse iki sene dolmadan sütten kesebilirler, anlaşamama durumunda ise bu süre iki yıla tamamlanır. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 4/236-237)
Bir çocuğun bakımı, anne-babanın beraberce paylaştıkları bir hak ve sorumluluktur. Onların tercihleri, mümkün olduğu ölçüde çocuğun faydasına olacak şekilde karşılıklı anlaşma ve istişâre temelinde gerçekleşmelidir. Kadının çocuğu emziren kişi olması, ona çocuğu sütten kesme veya emzirme süresini uzatma yönünde tek taraflı bir karar alma yetkisi vermez. Benzeri bir şekilde kocanın ailenin geçimini sağlayan kişi ve hane reisi rolü de, ona çocuklarla ilgili kararları otokratik bir tarzda alma hakkı vermez. Daha ziyade, işlerinin yönetilmesinde anne onun yardımcısıdır. Sonuç olarak bu türden tüm kararların “karşılıklı rıza ve tavsiyeyle” veya Kur’ân’ın başka bir yerde kullandığı ifadeyle, ‘aralarında uygun bir şekilde anlaşarak’ (et-Talâk 65/6) alınması gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, düşünce ve siyasette istişâre yolunu övme tarzında bize selim fıtratlarıyla veya önceki semâvî mesajlardan ilham alarak bu yola başvuran, böylece düşünce ve karar alma üslûbunda öne çıkan millet ve kavimleri de misal vermektedir. Örneğin; Eski Mısır’da Hz. Mûsâ ve dehşet salan mucizesi karşısında takınacakları tavır konusunda Firavun, kavminin önde gelenleri ile istişâre yoluna başvurmuştu: “Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Bu gerçekten çok bilgili bir sihirbazdır.” “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Firavun, “Peki ne buyurursunuz?” (dedi.) Dediler ki: “Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla.” “Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler.” ” (el-A’râf 7/109-112)
“Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere: “Doğrusu bu bilgin bir sihirbaz; sizi sihirle yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz?” dedi.” (eş-Şuarâ 26/34-35)
Âyetlerde geçtiği gibi Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mucize, Firavun’un kibir duygularını alt üst etmiş, Firavun tanrılık davasını bir tarafa bırakıp, etrafındaki ileri gelenlerden fikir almaya mecbur kalmıştı. Bu istişârede Firavun ve önde gelen adamlarının, Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârûn’u sihirbazlarıyla yenmek, toplumun nazarında onları yalancı ve müfteri olarak ortaya çıkarmak gibi şer kasıtlı amaçları söz konusudur.
Kur’ân’ın anlattığı üzere Belkıs’ın kraliçeliği döneminde Sebe’ Krallığı’nda yönetim, siyaset, karar alma üslûbu yine istişâre ile idi. (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebe’ melikesi Belkıs) müşâvirlerine dedi ki:
“Sebe melikesi (adamlarına) şöyle dedi: “Beyler! Bana çok önemli bir mektup gönderilmiş! Mektup Süleyman’dan gelmekte, rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla başlamaktadır; ‘Bana üstünlük taslamayın, gelip bana teslim olun’ denilmektedir.” Kraliçe şöyle dedi: “Efendiler! İçinde bulunduğum durum hakkında bana görüşünüzü açıklayın. Sizin görüşünüzü almadan asla bir işe kesin karar vermem.” (en-Neml 27/29-32)
Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, vahiyden uzak kalan kimselerin de istişâreye başvurduğunu bize bildiriyor.
Konuyla ilgili son cümleleriniz, tavsiyeniz ne olabilir?
Kur’ân-ı Kerîm, istişârenin önemine genel prensipler niteliğinde işaret etmiştir. Ancak danışmanın teşekkül şeklini toplumsal gelişmelere, zamana ve sosyal ortama bırakmıştır. Bu sebeple istişâre kurulunun teşekkülü ve nitelikleri çağın gelişmelerine bağlı olarak değişebilir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise, temeli Kur’an’da verilmiş olan şûra ilkesinin amelî boyutunu hem yönetimde hem de sosyal hayatında uygulamalarıyla göstermiştir. İslâm’ın erken dönemlerini karakterize eden basit, esnek istişâre şeklinden, hem hayatın sürekli değişim sürecine, hem de Müslüman toplumun tasarladığı ve geliştirdiği yasal işlevlere ve düzenlemelere en iyi şekilde uyacak ayrıntılı, düzenlenmiş ve ileri derecede örgütlenmiş pratiğe geçiş yönünde gayretler artırılmalıdır.