“Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/ 185)
Ayette de ifade bulduğu üzere ölüm, malumdur ki, bütün canlı varlıkların karşılaşmak istemediği ama kendisinden asla kaçamadığı soğuk bir hakikat ve akıbettir.
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” ( Âl-i İmrân, 3/14)
“İşte, görülmeyeni de görüleni de bilen, mutlak galip ve merhamet sahibi O’dur. O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde, 32/6-9)
Yukarıda paylaştığım ayet-i kerimelerde açıkça görüldüğü üzere insan denen canlı varlık dünyayı sevecek şekilde kodlanmış, buna uygun özellikler ve yeteneklerle de yaratılmıştır. Aslında ölüm korkusunun altındaki sebep de bu sevgidir. İnsanoğluna, Yüce Rabbi tarafından üflenen ruhla canlılık ve benlik duygusu ile birlikte, insanlık tarihi içinde belki günümüze kadar sayıları yüz milyarları bulan insanlar arasında ayrı bir birey olarak var olmanın şuuru ve güzelliği bahşedilmiştir. Öyle ki, hayat, benlik, varlık, şuur gibi insana bahşedilen bu soyut değerlerin aslında her birinin akıl almaz mucizevi lütuflar olduğu bir vakıadır. Ayrıca bu varlık duygumuzun yanında içinde yaşadığımız âlemin tüm güzelliklerini algılayıp keyif ve haz almamız, sevmemiz ve hayran olmamız için yine her biri yaratılış harikası olarak bizlere görme, işitme, koklama, dokunma, tat alma gibi duyu organları ve gönül dünyamızı ihya ve inşa eden algılar, hisler, duygular bahşedilmiştir... İşte tüm bu bahşedilen hisler ve kabiliyetler eşliğinde bize tanıtılıp sevdirilen dünya hayatının, güzel bir filmin fragmanı gibi ömür denen çok kısacık bir zaman diliminde sınırlandırılması ve kaçışı mümkün olmayan ölümle bizlere veda etmesi, hayatın en zorlu gerçeklerinden biridir.
Bir insanın ölüme sıcak bakabilmesi için onu, dünya hayatının tüm çekici ve cezbedici güzelliklerinden koparan bu ayrılığı kendince en ikna edici bir şekilde çözmesi gerekir. Bu meselenin çözümüne salt aklın çabalarıyla ulaşmak mümkün değildir. Zira insanoğlu ceset ve ruh denen ve biri fizik diğeri metafizik yapıda olan iki farklı şeyin birleşmesinden meydana gelmiştir. Ruh hakkında kesin bir şeyler söyleyebilmek, fiziki bir varlık olan cesedin haddini aştığı gibi metafiziğin konusuna giren ölüm ve ötesi hakkında fikir üretebilmek de fizik ilminin çapını aşan hakikatlerdir. Yani bu konuda kesin bilgiye ulaşabilmek için fizik âleminin de varlık nedeni olan metafizik âleme müracaat etmek ve o güçten yardım almak kaçınılmaz zorunluluktur. O halde aklı olan ve onu kullanabilen her insan için bu konuda en makul ve mantıklı olan tutum Allah’ın emirlerini dinlemek, haddini bilerek onun verdiği aklı yine ona teslim etmektir. Ayrıca da bu teslimiyetin dogmatik bir yaklaşım olmadığını ve yine akla ve mantığa uygun yani makuliyet içeren bir tutum olduğunu kabul etmektir.
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, bu hayata nereden, nasıl ve niçin geldiğimiz madde ilminin boyunu aşan bir sır içerdiği gibi yaşamı sonlandıran ölüm de aynı şekilde bir gizem içermektedir. Ölünce ne olacağız, sonsuz bir yok oluş mu, yoksa başka bir hayatın başlangıcı mı, gibi sorulara makul cevaplar bulmak, ölümün soğukluğunu giderebilmek, acısını hafifletebilmek, daha ötesinde onu sevebilmek için çok önemlidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu sorular insanlığı meşgul eden en kadim sorulardır ki zaten bütün beşerî dinlerin varoluş sebebi bu sırra çözüm arayışından çıkmıştır.
Bu soruların en doğru cevaplarını şüphesiz ki, kutsal kitabımızda bulabiliyoruz. Zira bu bilgiler ölümü ve hayatı yaratan Allah’tan gelen ve hakikatin ta kendisi olan bilgilerdir. Mülk Suresi 2. ayetinde bu kadim soruya şöyle cevap veriliyor: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”
Ölümle ilgili asıl gerçeği ifade eden bu ve benzeri ayetlere bakarak diyebiliriz ki; dünya hayatına bir imtihan yeri olarak bakan ve bu anlamda dünya nimetlerini de ölümden sonra bizlere ikram edilecek cennet nimetlerinin birer fragmanı olarak görenler için ölüm kâbus olmaktan çıkıp, aranan ve özlenen bir isteğe dönüşebilir. İşte bu güzelliği sadece İslam sağlar. Hele ölüm şehadetle gelince, bir mümin için yaşamın tüm zevkleri güneşin ışığında kaybolan yıldızlar gibi sönük kalır. Nitekim bir yılı aşkın süredir, elinde taştan başka atacak hiçbir silahı olmayan Filistinlilerin dünyanın en süper silahlarına sahip siyonistlerle destansı mücadelesi, ölümü müminlere sevdiren İslam inancının apaçık mucizesinden başka bir şey değildir. Bugün yaşayarak şahit oluyoruz ki, bu inanç Gazze destanı ile bütün dünya halklarını derinden sarsmış ve ümmeti davet konumunda olan halkların İslam’a teveccühünün başlıca nedenlerinden biri olmuştur...
Hayatının her karesi insanlık için eşsiz bir örnek teşkil eden Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı esnasında, ölüme yaklaşım şekli, ümmetinin de ölüme nasıl bakması gerektiği konusunda çok önemli dersler verir.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
“Aleyhissalâtu vesselâm hastalandığı zaman O’nu, (başı) dizimin üstünde baygın vaziyette gördüm. Bir ara kendine geldi. Gözlerini evin tavanına dikti ve sonra: “Ey Allah’ım Refik-i A’la’da (bulunmayı tercih ederim).” dedi. Bu sözü işitince ben (kendi kendime): “Demek ki (makamı gösterildi) ve bizimle olmayı tercih etmiyor.” dedim. Bunun, sıhhatli iken bize söylediği şu hadis olduğunu anladım:
“Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmeden kabzedilmez. Bundan sonra hayatı devam ettirilir veya öbür dünyaya gitme hususunda muhayyer bırakılır.”
Resulullah’ın (aleyhissalâtu vesselâm) telaffuz ettiği son söz: “Allah’ım, Refik-i A’la’da” cümlesi oldu. “Refik-i A’la”: Cennetin en yüksek makamında bulunan peygamberler cemaatidir. (Buhârî, Megazî 83, 84)
Görülüyor ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz Aişe’nin (r.a.) kucağında ölüme yaklaştığında korkmuyor, aksine sevgili Rabbine duyduğu aşk ile ölümü şiddetle arzu etmiştir.
İslam medeniyeti içinde ölümü öldüren Allah’a muhabbet yolunun kutlu neferleri çoktur ki Hz. Mevlana da onlardandır ve ölümüme ağlamayın bugün benim için “Şeb-i Arus” yani “düğün gecem”dir demiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde buyurdu ki: “Her kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Ve her kim Allah’a kavuşmayı arzu etmezse, Allah da ona kavuşmayı istemez.” Hazret-i Âişe (r.a.) dedi ki: “Ya Resulallah! Hepimiz ölümü sevmeyiz!” Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “O manada değil. Fakat mü’min, can verirken Allah’ın rahmeti, rızası ve Cenneti ile müjdelendiği zaman, Allah’a kavuşmayı arzu eder ve Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfir ise, Allah’ın azabı ve gazabıyla müjdelenir de, Allah’a kavuşmaktan ve Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurur. ( Müslim, Zikir, 15)
Bu konuda şair Necip Fazıl Kısakürek’e ait şu anlamlı dizelere de yer vermek istiyorum.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
Son sözü kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin ölüm ile alakalı kısa ama hikmet ve duygu yüklü sohbetine bırakmak isterim.
“İnsan yaşadığı müddetçe, dünya hayatının tabi bir hali olarak, ölümün soğuk yüzüyle, sırası ile sevdiklerini kaybederek sık sık yüzleşecektir! Bu durum maalesef bu hayatın en acı gerçeğidir!..
Ayrıca, hepimiz çok iyi biliriz ki, bu imtihan çilesi ile ölemediğimiz için yaşamak zorunda olduğumuz bu dünyada, yaşadığımız müddetçe kalbimizden asla atamadığımız ve iç dünyamızda hep var olmak üzere bizzat yaşayarak biriktirmek zorunda olduğumuz acılarımız, yaralarımız vardır!
Her ölen yakınımız ve sevdiğimiz ömür boyu biriktirdiğimiz acılarımız ve atamadığımız ve atamayacağımız ve beraber yaşamak zorunda olduğumuz yaralarımız gibidir!..
Zaman zaman duygu sellerine kapılarak dış dünyada umuma ait mezarlıklarda yatan ölülerimizi ziyaret ettiğimiz gibi; sadece bize ve sevdiklerimize ait kalp mezarlığımızda yatan sevdiklerimizi de zaman zaman ziyaret eder ve duygu dünyamızda anılarla beraber ağlar ve ağlaşırız ama imanımız ve sorumluluklarımız gereği hemen hayata ve onun dinamiklerine mecburen döner ve işimize gücümüze bakarız… Çünkü, üç günden fazla yas tutmayı yasak eden dinimiz acımıza ve hüznümüze değil ama üç günden sonra işlerimizin aksamasına sebebiyet veren yas tutmalara ve rutinimizi bozmamıza asla ama asla izin vermez… Hayata dön! Sorumluluklarına bak der ve bizden her daim aklı başındalık ve bize yakışır bir duruş ister!..
Bu geçici ve kısacık hayatta zaten biz de ölerek kavuşmak istediğimiz sevdiklerimize sorunsuz kavuşabilmek için, hem onlar ve hem de kendimiz adına çalışmak, gayret etmek ve uygun amellerle ebedi hayatımızı ve hatta bu dünya hayatımızı da ihmal etmeden imar etmek en büyük gayemiz ve şiarımız olmalıdır…
Bir de şu var ki: Aslında ölüm, bizi sevdiklerimize kavuşturan en önemli bir sebep ve vesile olarak bir bakıma sevilecek bir şey değil midir?
Şimdi daha bugün toprağa ve kalbimize defnettiğimiz ve Rahmani işaretlerle de apaçık şehit olarak giden “Ali Yıldız” kardeşimize kavuşmak arzusu bize ölümü sevimli yapmıyor mu?
Şimdi bir de ben ölsem, kim ve hangi sevenim artık ölümden korkar? Ya da en önemlisi Allah’ı seven hiç ölümden zerre korkar mı?”