“Bedir’de Hz. Peygamberle (s.a.v.) beraberdik. Herkes oradaydı. Tanıdığım, tanımadığım herkes… Rüya değil, gerçek… Kan oluk gibi akıyordu. Bir tarafta küfrün temsilcileri, diğer yanda “Allahu Ekber” diyenler… Tam bir can pazarıydı. Sayılarımız eşit değildi. Ama tam da yapmak istediğimiz şeyi yapıyorduk.” desem acaba hangi duyguyu bugüne taşımaya çalışıyorumdur? Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bizim hasretimizdir. O’nu (s.a.v.) çok sever ve çok özleriz. Hatta keşke onun döneminde yaşasak, onu görseydik, birlikte Allah’ın (c.c.) dinini yaymak için mücadele verseydik… O, canlı canlı, her şeyi kendisinden öğrendiğimiz insan olsaydı. Edebi, ahlakı, estetiği ondan görerek hissetseydik ve Allah’ı (c.c.) tanıma ve sevme konusunda O’nun terbiyesinden, rahle-i tedrisatından geçseydik… O zaman görecektik ki, onun muarızları ya münafıklar ya da kâfirlerdir. Müslümanlar ise O’nun (s.a.v.) çevresinde bir araya gelmiş inanmış yürekler. Biraz salavat-ı şerife mırıldanmanın, okumanın ve üzerinde düşünmenin bana hatırlattığı şeyler bunlar… Biraz gözyaşı, biraz kalp burukluğu, bu devirdeki her bakımdan incinmişliğimiz… Hepsi de Hz. Peygambere (s.a.v.) olan hasretimizi her geçen gün artırıyor, sevgimizi derinleştiriyor. Bugün Hz. Peygamberi (s.a.v.) sadece vahyi aktaran bir aktarıcı, haberi getiren bir postacı (!) derecesinde düşünenlerin kulakları çınlasın, Allah (c.c.) onlara hakiki manada hidayet versin… Hz. Peygamberi (s.a.v.) görseydiler, asla ama asla böyle konuşamazdılar. Kalplerini Allah (c.c.) korkusu kaplar, bundan haya ederdiler. Dillerine ve kalplerine sahip çıkar, nerede, hangi edep çizgisinde duracaklarını bilirdiler. Heyhat, heyhat…
Uğruna Hz. Peygamber (s.a.v.) misalinde olduğu gibi çevresinde toplanacağımız, davasına inandığımız için canımızı dahi feda edeceğimiz insan ya da insanlar var mı? İçinde asabiyet olmadan akrabalık olmadan kendisine yakınlık duyacağımız insanlar ya da sadece bir insan var mı? Evet, bunun yerine bugün “dava” dediğimiz bir mefhum var. Am...
Yazının tamamını dergimizden okuyabilirsiniz.