Ölüm, canlılığın son bulmasıdır ve her an yanı başımızdadır. Bizden hiç ayrılmayan yol arkadaşımızdır. Hayatımızın en büyük gerçeğidir. Diğer bir tabirle “kişinin kıyameti”dir. Elimizde olmadan geldiğimiz bu dünyadan yine irademiz dışında ayrılmamızdır.
Bütün korkuların ve pek çok psikolojik rahatsızlığın temelinde ölüm korkusu yatar. Er veya geç bizi bulacak olan ölümden niçin korkulur ki? İrademize bağlı olmayan mecburi gidişten korkmaya ne gerek var? Korkarak ecelimizi geciktirmek dahi mümkün olmadığına göre korkmak yerine ölüme ibret ve nasihat kaynağı olarak baktığımızda hayatımız daha anlamlı ve mutlu geçecektir.
Evet, ya ölüm korkusu çekerek hayatımızı etkisiz ve pasif şekilde sürdürebilir veya onu etkili yaşama aracı yapabiliriz. Şöyle ki, hayatımızın önemli anlarında yüreksizce davranmak yerine, hayatta kalmama ihtimalini göze alalım ve en kötü sonuçla karşılaşmayı benimseyelim.
Bu şekilde, ölümü hiçe saymamızdan kaynaklanan mutluluk dolu bir cesaret kazandığımızı göreceğiz.
Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “Benim iki gömleğim var; biri bayramlık, biri idamlık.” diyerek ölüme meydan okumuştu. Birçok müthiş yeniliğe bu şekilde cesurca imza atabilmişti.
Aslında hayatın amacı, ölüm sonrasına hazırlanmaktır. Ölümü, Yaradan’a kavuşmak ve canlılığın tamamlayıcı ikizi gibi değerlendirirsek bize o kadar ürkütücü gelmeyecektir. Mevlana ölümü düğün günü, yani Rabbi’yle buluşma anı olarak görürdü. Bu düşünce ölüme karşı bizi korkusuz kılacaktır.
Kaliteli hayat için korkudan kurtulun!
Evet, bütün korkuların altında ölüm korkusu bulunur. Bir kişi mikroptan korkuyorsa altından ölüm korkusu çıkar. Kapalı yer ya da yükseklik korkusu varsa yine ölüm korkusundandır. Kanserden veya kalp rahatsızlığından korkuyorsa yine öyle.
Yoğun olarak ölüm korkusu hisseden kişi kaliteli hayat süremez. İyi yaşamak için ölüm korkusunu yenmek zorundayız. Bu korku kişiyi karar vermekten çekinen, riske girmeyen, hayattan korkan, giderek korkudan korkan kişi haline sokar.
Aslında ahirete inanan insan ölümden niye korksun ki? Aksine günahtan, zulümden, başkasının hakkını yemekten, haksızlık yapmaktan korkar.
Ölümü düşünmek hayatı anlamlandırır
Dünyanın hemen her yerinde ölüm döşeğindeki insanlar geçmiş hayatlarına bakarak “keşke şunun yerine şöyle yapsaydım” diye tecrübe ile dolu özeleştiride bulunurlar. Gereksiz yere üzüldüğü durumları hatırlar, insanlara daha çok iyilik yapmayı ve Allah’a niye daha yakın olmadığını düşünürler.
Kişi dünyadan koparak kendini ölmüş gibi düşünürse hayat hakkında çok şey öğrenecektir. Ölümü düşünerek bu korkuyu hayatımızı zorlaştıran değil de yaşantımıza renk ve canlılık katan bir unsur haline çevirebiliriz. İşte ölümü tefekkürün bazı faydaları:
-Günlük yaşayışımızda gereksiz şeylere üzülmez, cidden önemli olanlara odaklanırız.
-Konuları daha doğru bakış açısına yerleştiririz ve problemlerden daha az sıkıntı duyarız.
-Stres eşiğimiz yükselir. Çünkü ölümün yakın olduğu aklımıza gelir ve dertleri büyütmeyiz.
-Yaradanımızla bağlantımız yoğunlaşır, kendimizi O’na daha yakın hissederiz. Yalnızlık duygumuz azalır.
-Geçici başarılar ve başarısızlıklar bizde derin dalgalanmalar yapmaz.
-Sıradan ve kolay olanı değil, yapmamız gerekeni yapmamız için içimizdeki istek ve cesaret kuvvetlenir.
-Yaşamanın amacının ölüm sonrası olduğuna olan inancımızı billurlaştırır; dolayısıyla her anı önemseyerek yaşarız.
-Ölümü düşünmek bize korkusuzluk ve cesaret verir, çünkü korkuların büyük çoğunluğunun kaynağı ölüm korkusudur.
-En önemlisi de, hayatta kalmak için çabalamak yerine yaşantımızdan ve işimizden keyif almaya, daha mutlu olmaya çalışırız.
Ölüm sonsuzla birleşme
Günümüz insanı kendini daha çok işine vermekte, gözü maddiyattan başka şey görmemektedir. Zihnî yorgunluktan muayene için gelen bir işadamına, üzerindeki yükü taşıyamadığını, azaltması gerektiğini söylediğimde “Yeni bir fabrika kurduk, onu oturttuğumda tamam. O zaman rahatlayacağım!” demişti. Aradan 2 yıl geçtikten sonra karşılaştığımda yine sıkıntılıydı. “Şimdi de yurtdışı şubemizi açmakla meşgulüm, çünkü onsuz olmuyor. Ama bu son!” diye konuşmuştu. Son nefesine kadar koşturmaktan geri kalmayacağı belliydi.
Zamanımızda hayhuy içinde koşturmak ve işkoliklik yaygınlaşmakta, giderek daha çok kişi psikolojik sıkıntılara düşmektedir. Yorgun düşmüş bedenlerini ve zihinlerini dinlendirebilmek için gerekli zamanı ayıramadığından dolayı hasta olan insanlar hastaneleri doldurmaktadır. Üstelik bu kişiler ancak hastaneye yattıklarında dinlenebilmektedirler. Bel ağrısıyla evinde 10 gün yatması gereken bir işadamı dostum “Yıllardır ilk defa tatil yapıyorum.” demişti.
İşte bu derece yoran işkolikliğin reçetesi de ölümü düşünmektir. Ölümü aklımıza getirerek hayatımızı daha anlamlı kılacağımız gibi daha kaliteli yaşamamız da mümkündür.
Gerçekte insanoğlunun emelleri bitmez. Hep hırs ve dünyevi arzu peşinde koşup eceli unutmak doğru değildir. Ama ölüm korkusunu hastalık derecesine getirip hayatımızı hafakanlara boğmak da yanlıştır.
Osmanlı’da ölülerle diriler beraber yaşardı. Ölümle barışık olmanın bir işareti olarak mezarlar şehirlerin içindeydi. Dinimizde de kabir ziyareti tavsiye edilir ve ölülere sanki yaşıyormuşçasına selam verilir. Çünkü ölüm en iyi nasihat edici olarak hayatımızdan çıkmamalıdır.
Ölümü akılda tutmak, zalimin zulmünü azaltır. Zengini daha mütevazı yaşamaya ve yoksullara yardıma teşvik eder. Fakirin sıkıntılara karşı dayanıklılığını artırır.
Ölümden korkmak yerine onu sonsuzlukla birleşmenin ışığı olarak görelim. Ölümün doğrudan gözünün içine bakarak hayatın bu ürkütücü sonunu kendimize faydalı hale çevirebileceğimizi unutmayalım.
Ölüm Karşısında Yas Tutmalı mı?
Ölüm hayatın en büyük gerçeğidir. Devamlı ölümle iç içeyiz. Pek çok yakınımızın vefatına şahit olmuşuzdur. Çok sevdiğimiz birinin vefat edişi bizde derin acı ve üzüntüye yol açar. Eşimizin, anne-babamızın, kardeşimizin veya evladımızın ölümünü haber almak...
Bir daha onu dünya gözüyle görmeyeceğimizi bilmek...
Bunu kabullenmek... Hep zor gelir.
Sevilen bir yakının ölümüyle insanda yas (matem) reaksiyonu ortaya çıkar. Değişik bedeni rahatsızlık ve düşüncelerin ölen kişi üzerinde yoğunlaşması ve gerçek ile hayali ayıramama hissi, ölen kişiye karşı suçluluk düşüncesi, çevreye öfke ve kızgınlık, huzursuzluk gibi belirtiler görülür.
Aslında yas, normal ve insani bir reaksiyondur. Psikiyatrik sınıflandırmalarda bozukluk olarak kabul edilmez. Ancak bazen uzar, şiddetlenir ve hastalık halini alır.
Acaba normal bir yas reaksiyonu hangi hallerde patolojik (anormal) bir hale yani hastalığa dönüşür? Bu konuyu inceleyen bilim insanları, üç faktör üzerinde duruyorlar:
– “Erkek adam ağlamaz” gibi yaklaşımlarla ölümle ilgili duyguların bastırılması, engellenmesi. Yani üzüntünün boşalmasının önüne geçilir. Aslında ağlamak, zayıflık ve yetersizlik belirtisi değildir. Kişi doğal tepkilerini baskı altına alınca uyuşukluk hisseder, gelecek senelerde bu olay psikolojik acı kaynağı olmaya devam eder.
– Yasın ne zaman sonlandırılacağının bilinmemesi.
– Bir takım histen mahrum abartılı gösterilerle acının boşaltılmaması.
Bu artık klasik olmuş bilgilerden sonra, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) çok sevdiği oğlu İbrahim’in vefatı karşısındaki tutumuna bakalım:
Hicret sonrası Medine’de Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatta olan erkek çocuğu yoktu. Hz. Hatice validemizden sonra evlendiği diğer hanımlarından da çocuğu olmamıştı.
Müşrikler bunu dedikodu mevzuu yapıyor ve “soyu kesildi” diyorlardı. İşte bu sırada eşi Hz. Mariye’den bir oğlu dünyaya geldi. Doğumun olduğu gece Cebrail gelip Peygamber Efendimize (s.a.v.) her zamankinden farklı bir adla hitap etti:
“Ey İbrahim’in babası!”
Ertesi sabah namazdan sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabına doğum haberini verdi. “Ona atamın adı olan İbrahim ismini veriyorum.” Medine’de büyük bir sevinç yaşandı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İbrahim’e çok düşkündü. Hemen her gün, uzakta olmasına rağmen ziyaret ediyor; bazen de İbrahim, babasının bulunduğu yere getiriliyordu.
Hicretin onuncu yılında İbrahim yürümeye ve konuşmaya başladı. Fakat bu kadar sevilen mübarek çocuk hastalandı. Bir süre sonra uzun zaman yaşayamayacağı ortaya çıktı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu sık sık ziyaret ediyordu.
Ölürken de yanındaydı. İbrahim son nefesini verdiğinde, kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dövünme ve feryatları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu şekilde anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hala bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman bin Avf: “Ey Allah’ın Resulü, sen bunu -ağlamasını kast ederek- yasaklamadın mı? Müslümanlar sizi ağlarken görürlerse onlar da ağlar” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: “Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhameti olmayana merhamet olunmaz. Ey İbrahim, eğer tekrar buluşma vaadi olmasa, bu (ölüm) herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilmesek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz ey İbrahim! Gözler ağlar, kalp hüzünlenir. Allah’ın gücüne gidecek bir şey söylemiyoruz” dedi.
Görüldüğü gibi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) tatbikatı ölüm üzüntüsünü, gereğinde ağlamayı caiz, hatta içinden geldiği gibi acıyı yaşamayı teşvik yönündedir. Yalnız matem tutmaya sınır koymuş, üç günü aşması yasaklanmıştır.
Ayrıca Peygamber Efendimizin (s.a.v.), ölüsü olanla acıyı paylaşma, ölü evine yiyecek gönderme tavsiyeleri ile; yalnızlık hissi, endişe ve acının azalması; faydalılık ve toplum içinde saygınlık hislerinin artması sağlanmaktadır.
Netice olarak Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ölüm karşısındaki üzüntü ve acı hissinin yaşanmasını, adeta boşaltılmasını teşvik ettiğini görüyoruz.
Yasın engellenmesi, ilaç ve benzeri metotlarla boşaltılmasının önüne geçilmesi veya abartılı gösterilere bahane teşkil etmesi doğru değildir. Aksine deşarj edilmeyen acı, ileriki aylar veya yıllarda ağır bir psikiyatrik hastalık (genellikle depresyon) şeklinde karşımıza çıkacaktır. Tabii bir reaksiyona, sun’i müdahale uygun değildir.
