“Kültür Banisi Olarak Hz. Muhammed” kitabınızdan hareketle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kültür inşa etmedeki rolüne dair neler söylenebilir? Bu anlamda, içerik açısından Hz. Peygamber’in inşa ettiği kültürün esaslarını açıklar mısınız? Bu inşanın temelinde teklifi hükümler var diyebilir miyiz?
Kültür, bir toplumun üyesi olarak insanın kazandığı bilgi, inanç, sanat, ahlâk, hukuk, gelenek ve diğer yetenekler ile alışkanlıklar da dâhil olmak üzere karmaşık bir bütündür. Kültür, insana özgü davranışlar ile bu davranışların ayrılmaz bir parçası olarak kullanılan maddî nesneler olarak da tanımlanabilmektedir. Buna göre kültür; dil, fikirler, inançlar, gelenekler, kodlar, kurumlar, araçlar, teknikler, sanat eserleri, ritüeller ve törenler gibi unsurları içerir.
Buradan yola çıkarak “Müslüman kültürü nedir?” sorusuna şu cevabı verebiliriz: İslâm dininin temel prensipleri etrafında şekillenen ve tarih boyunca Müslüman toplumlar tarafından geliştirilmiş olan dinî, sosyal, ahlâkî, sanatsal ve düşünsel değerler bütünüdür. Bu kültür, Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler gibi dinî metinlerden beslenir ve ibadetler, ahlaki davranışlar, sosyal adalet, aile hayatı, eğitim, sanat, mimari, edebiyat ve müzik gibi birçok alanı kapsar.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Müslüman kültürlerin gerçek bânisidir. Onun kültür kuruculuğu Müslümanların hayatına koyduğu ilkelerle ve inananların hayatında uyulması gereken bir rehber olması vasfıyla işlev görmektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) soyut ve somut olarak temellerini atmış olduğu kuşatıcı inanç, ibadet, ahkâm ve ahlâk sistemi ile inşa ettiği ortak toplumsal kimlik tarihsel süreçte Müslümanların ortaya çıkardığı kültürlerin yönünü tayin edici olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.) zatı itibarıyla değil koyduğu ilkeler ve hayat tarzıyla Müslümanların hayatını etkiler ve bu da kültürel olguları meydana getirir. Onun tebliğcisi olduğu ve Müslüman kültürün köklü yapısını ve sürekliliğini sağlayan esasların en önemlileri bize göre şunlardır:
Tevhid ve âhiret inancı, ilahi olan ile beşerî olanın ayrımı prensibi, ihyâ ve tecdid geleneği, tarihî miras şuuru, aidiyet duygusu ve kültürel kimlik bilinci, maddî ve manevî hayat arasındaki denge, ilme verilen önem ve maarifin kültürel olguların oluşumundaki rolü, İslâm hukuku (fıkıh), dil ve kavramların inşası, çok kültürlü yaşam modeli, ben idraki, değerler sisteminin muhafazası ilkesi ve istişare öğretisidir. Kitabımızda nasıllığını incelemiş olduğumuz bu esaslar, dün olduğu gibi bugün de Müslüman kültür olgularının meydana gelmesine yön vermektedir.
Teklifi hükümler meselesine gelince. Müslüman kültürü dediğimiz şey, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) öğretilerine tâbi olanların yaşam pratikleriyle meydana getirdiği olgulardır. Bu ittibanın bir gereği olarak sadır olan fiiller mutlaka ef‘âl-i mükellefîn dediğimiz teklifi hükümleri oluşturan farz, vâcip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh ve haram hükümlerinden birisinin kapsamı alanına girmektedir. Çünkü İslam’da din dışı bir alan yoktur. Kimilerinin din dışı diye baktığı mubah alan bile nihayetinde bu teklifi hükümlerden birisidir ve üst ilkelere ters düşmemek kaydıyla bireylerin ve toplumların zevklerine ve tercihlerine bırakılmıştır.
“Kültür bir garnitür değil ana yemeği oluşturan idraktir” diyorsunuz. Bu anlamda kültür bir “oluş” gibi görünüyor. Buradaki hazmetme ameliyesinin bireyleri şekillendirici unsurları, olmazsa olmazları var mıdır?
Kültür herhangi bir şeyi ona uygun nitelikte tamamlayan, güzelleştiren, estetik kazandıran bir garnitür değildir. Meselâ ana yemeklerin yanına eklenen sebze yahut giyecekleri süslemek için ona eklenen aksesuar tarzında tamamlayıcılık hizmeti gören ikincil derecede bir şey değildir. Kültür bezentiyi ihtiva etse de bundan ibaret değildir, o şeylerin meydana gelmesinde etkin olan ana fikirdir.
Çünkü kültür; insanların düşünme sistemlerini, yaşam tarzlarını, değerlerini, inançlarını, bunlardan neşet eden sanatlarını ve diğer birçok yönünü şekillendiren temel unsurdur. Çünkü kültür, fertlerin düşünme, hissetme ve davranış tercihlerini derinden etkileyen özdür.
Kültürü bir “oluş” süreci olarak ele aldığımızda, bu sürecin belirli temel unsurları olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar arasında dil, din, tarihsel birikim ve estetik algılar yer alır. Bunu spesifik olarak Müslüman kültürü açısından ele aldığımızda İslam birey ve toplumların hayatına nüfuz ettiği oranda kültürel olgular meydana getirmektedir. Bunun olmazsa olmazı az ya da çok Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ittibadır.
Hazmetme ameliyesi ise bireyin ve toplumun bu unsurları içselleştirme sürecidir. Birey ve toplum, kültürel değerleri sadece yüzeysel bir düzeyde öğrenmekle kalmaz, onları içselleştirir ve kendi varoluşuna eklemler. Bu süreçte eğitim, aile yapısı, toplumsal normlar, ve kişisel dindarlık tecrübeleri gibi faktörler, bireyi ve toplumu şekillendiren vazgeçilmez unsurlardır.
Kültürü anlamanın toplumsal dinamikleri, değerleri ve pratikleri derinlemesine kavramayı gerektirdiği anlaşılıyor. Günümüzde kültürün her alanla irtibatlı yapısı ve farklı kültürlerle temaslar anlamında Müslümanlara özgü kültürel kimliklerin oluşumunda inşai süreçlerin dinamik anlamda nasıl etkilendiğini düşünüyorsunuz? Bu yüzleşme ve temaslar, nakletmek ve taşımak anlamında, sahih ve içi dolu bir anlam yükleyeceksek, hâlihazırda nasıl bir idrak ya da yapılanmayı gerektiriyor?
Bu soruya kısa cevap vermek benim açımdan çok zor. Zira birçok usuli teknik meseleyi izahı gerektirir. Evet, etkileşim mutlaka vardır ve gereğinden fazla farklı kültürlerle içi içe geçmişlik söz konusudur. Sağlıklı etkileşim için içselleştirilmiş sahih bir din tasavvuruna ihtiyaç bulunmaktadır. Bununla beraber dini geleneğin ihya ve tecdid mekanizmasının nasıl işlediğini idrak etmek ve süreçte bir tüketici değil aktif bir katılımcı ve gerektiği yerde müdahale edebilen bir özne olmak gerekmektedir.
Kültür ve medeniyet ilişkisini maneviyat ve madde ilişkisi olarak ele alıyorsunuz. Konuyu biraz açar mısınız?
İnsan beden/maddi ve ruh/manevi olarak iki boyutlu bir varlık olarak yaratılmıştır; topraktan olan yönüyle dünyalıklarla ilişkisini sürdürmektedir; ona hayat, bilgi, kudret, irade, basar gibi ilahi meziyetler kazandıran ruh yönüyle de bu faaliyetlerine metafizik anlam katmaktadır. İnsan ruhi varlığıyla hakikatin keşfine yönelik anlam arayışında bulunduğunda kültürel olgular, toprağa bağlı yönüyle de dünya işlerini bu anlama uygun tanzim ettiğinde de medeniyetler inşa etmektedir.
Kültür ve medeniyet insanın farklı yönlerine denk düşmesine rağmen, her biri kendi içine özgü ilkeler ve gerçekleştirimlere sahiptir ve gelişim çizgileri farklıdır; medeniyet ilerlemeci ve birikimci iken kültür ilerlemeci değil, aksine döngüseldir.
“Atılan ok yerini bulmuyorsa”, “bir şeyler yolunda gitmiyorsa”, maddi ve manevi hayat arasında denge bağlamında neredeyse bir ayrık beyin seviyesinde yanlış ya da eksik anlaşılan bir inşa sürecinde olduğumuz söylenebilir mi?
Maddi ve manevi hayat arasında hem bireysel hem toplumsal düzeyde bir denge ve uyum eksikliği olduğu aşikârdır. Bir diğer ifade ile modern insanın veya toplumun içsel ve dışsal dünyaları arasında kopukluk ciddi seviyededir. Maddi ve manevi yaşam arasındaki uyumsuzluğun temelinde yanlış bir algı, eksik bir anlayış ya da hatalı bir inşa süreci olduğunu düşünüyorum. Müslüman insan hayata tevhid perspektifinden bakar, hisseder ve buna göre çevresine şekil verir. Dini ve dini olmayan diye hayatı önce zihninde sonra pratiklerinde kompartımanlara ayırmaz.
“Hikmet zemininde kültürel etkileşim ve kültürel yenilenme” konusu tüm zamanlarda önemini korumuş bir konudur. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu soruya Mevlânâ’nın pergel metaforu üzerinden cevap verebiliriz. Mevlânâ’nın bu mecazında pergelin bir ayağı sabittir, diğeri ise özgürce hareket etmektedir. Sabit ayak kişinin kendi inanç ve değerlerini, köklerini simgelerken hareketli ayak kişinin dünyayı keşfetme, yeni bilgiler ve tecrübeler edinme, ötekisiyle etkileşim içinde bulunma durumunu temsil eder. Bireylerin ve toplumların bir yandan kendi kimliklerini ve köklerini korurken diğer yandan da açık fikirli olup yeni şeyler öğrenmelerinin gerektiğini vurgular. Kendi merkezinden kopmadan, dünya ile etkileşime geçmenin ve kendini geliştirmenin önemini dile getirir. Çünkü kültürel hayatta orijinalliğin karakteri kendi içine ya da geleneksel mirasın içine kapanmak değildir. Sabit öz değerlere bağlı kalarak bilinçli bir şekilde değişkenlerde esnek davranmak ve kültürel olguların yeniden üretim süreçlerinde özne olabilmektir. Güncel kültürel meydan okumalar karşısında bunu görmezden gelmek yerine bilinçli özne olarak bunlarla etkileşime girmek ve sürece kök değerler çerçevesinde müdahalelerde bulunmak gerekir.
Kültürel kimlik bilincinin önemi ve aidiyet duygusu arasında da önemli bir ilişki var. Değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Kimlik şuuru aidiyet duygusunun temel bir bileşeni olarak işlev görür ve bireylerin dinî, etnik veya ideolojik topluluklarla, gruplarla veya milletlerle kendilerini özdeşleştirmelerini, oraya ait hissetmelerini sağlar. Bu özdeşleşme olumlu olabileceği gibi olumsuz sonuçlar da doğurabilir. Kimlik şuuru, bireylerin içtimaî dayanışma sistemleri kurmalarına, ortak değerlere ve hedeflere bağlanmalarına ve cemaat içinde güvenlik ve kabul görme hissi geliştirmelerine yardımcı olur. Aidiyet duygusu, insanların hayatlarını anlamlandırmalarına yarar ve kendilerine bir amaç bulmalarını sağlar. Sosyal izolasyonu ve yalnızlaşmayı engeller, toplumsal uyumu artırır, en önemlisi onlara ontolojik ve epistemolojik güvenlik alanları sunar.
Aynı kimliksel aidiyet hissini taşıyan fertler, toplumun teamüllerine uyma konusunda daha gönüllü olurlar. Bu da toplumsal normlara uyumu ve beraber yaşama duygusunu güçlendirir, dayanışmayı artırarak toplumsal düzenin korunmasına katkıda bulunur. Aidiyet duygusunun pekişmesi toplum içindeki çatışmaların azalmasına, fertlerin ve toplumların diyaloglarının ve iş birliğinin artmasına katkı sağlar.
Ortak kimlik şuurunun kültürel değerlerin korunmasında, geliştirilmesinde ve yeni kuşaklara aktarılmasında da önemi büyüktür. Çünkü aidiyet şuuru fertlerin ve toplumların köklerini, geçmişlerini ve kültürel miraslarını önemsemelerini sağlayarak tarihî eserlerin, dilin, sanatın, müziğin ve dinî ibadetlerin korunması ve sürdürülmesi için gerekli motivasyonu ve bağlılığı meydana getirir. Ortak kimlik şuuruyla hareket eden fertler, kültürel unsurlarını muhafaza etmek ve yaşatmak için daha fazla çaba gösterirler, zira bu unsurlar onların kimliklerini tanımlamakta ve varlıklarına anlam katmaktadır. Bu duygu miras alınan kültürel değerlerin korunmasını sağladığı gibi yeni kültürel olguların meydana getirilmesine de katkı sağlar. İnsanlar, kültürel kimliklerini içinde bulundukları çağın gereksinimleri ve estetikleriyle bütünleştirerek yeni sanat eserleri, edebiyat ve müzik türleri oluştururlar. Bu hakikat de kültürün dinamik ve canlı kalmasını ve sürekli gelişimini destekler.
Son olarak, güncel bir konu olması bakımından çok kültürlü yaşama modelinin esaslarına dair neler söylemek istersiniz?
Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke’de “Herkesin dinî inancı kendisine.” (Kâfirûn, 109/1-6) ve “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) gibi İslâm’ın evrensel ilkelerini esas alarak kendisine inanmayanlara aynı şehirde barış ve huzur içinde yaşamanın bu asgari ölçütlerini kabul etmelerini teklif etmiş ama ancak muhatapları bu teklife yanaşmamıştır. İslâm davetine tahammül edemeyen Mekke aristokrasisinin baskı ve tehditleri sonucu özgürce ve inancına göre yaşayabileceği Medine’ye hicret etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) hicret edene kadar Mekke’de iki temel insanlık hakkının tesisi için uğraştı. Birincisi ifade hürriyetinin önündeki engelleri kaldırmaktı. İkincisi de statüsüne, rengine ve diline bakılmaksızın insanların inanç özgürlüğüne sahip olmaları ilkesiydi. Bir diğer ifadeyle her insan özgür iradesiyle doğruluğuna kanaat getirdiği dini veya yaşam felsefesini seçebilmeli ve inandığı esaslara göre yaşayabilmeliydi.
Mekke’de tesis etmeye çalıştığı bu iki özgürlük prensibini Medine’de yaşayan halklarla “Medine Vesikası” diye bilinen sözleşmeyi imzalayarak hayata geçirdi. Mekke’de hayalini kurduğu İslâm’ı bünyesinde canlı yaşayan toplum modeli bu sözleşmeyle hakikat olmuştur. Bu da gösteriyor ki Mekke ve Medine dönemi birbirinden kopuk değil, birbirini tamamlayan bir muhtevaya sahiptir. Müslüman tarihi bu tecrübeye istinaden şekillenmiştir.
Osmanlı’daki Millet Sistemi’ni buna örnek olarak verebiliriz. Devlet, toplumun farklı dinî ve etnik gruplarını tanıyarak onlara belirli özerklikler tanıyordu. Her millet, kendi iç işlerinde özerkliğe sahip olup eğitim, din, evlilik ve boşanma gibi konularda kendi dinî hukuklarını uygulayabiliyordu. Bir diğer ifade ile çok hukuklu sistem yürürlükteydi. Müslüman olmayan milletler genellikle askerlikten muaf tutulurdu ancak vergi vermekle yükümlüydü. Dinî liderler milletlerin resmî temsilcileri olarak kabul edilip Osmanlı hükümetine cemaatlerinin sorunlarını iletebilirdi.
Bu sistem sayesinde Osmanlı coğrafyasında birçok farklı kültür barış içinde bir arada yaşamış ve zengin bir kültürel miras oluşturmuştur. Meselâ bu sistem dinî özgürlüğü garanti altına alarak farklı inanç gruplarının ibadetlerini serbestçe yapmalarına olanak tanımıştır. Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarında camilerin yanı sıra Rum Ortodoks kiliseleri, Ermeni kiliseleri ve Yahudi sinagogları inananlarına yan yana hizmet sunabilmişti. Tüm bunların temelinde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hem öğretileri hem de yaşayarak gösterdiği örnekler vardır.
