İslam Düşüncesinde Hikmet / Doç. Dr. Garip Aydın

İslam düşünce geleneğinde hikmet kavramının çok boyutlu bir yapısı olduğunu görüyoruz. Özellikle aklın dengeli kullanımı ile hikmet arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? İfrat ve tefrit noktalarından uzak, dengeli bir aklın hikmete ulaşmadaki rolünü açıklar mısınız?
Öncelikle “Hikmet” kavramını gündeme aldığınız için hem size hem dergi yönetimine teşekkür ediyorum.
Sorunuza gelince, evet, “Hikmet” kavramı İslam düşünce geleneğinde anahtar bir kavram olarak kullanılmıştır. İslam filozofları, mutasavvıflar, kelamcılar, fakihler, muhaddisler ve müfessirler mezkûr kavramı yoğun bir şekilde ve farklı anlamlarda kullanmışlardır. Özellikle ahlak âlimleri hikmeti akıl kuvvetinin denge durumunda ortaya çıkan fazilet anlamında kullanmışlardır. Biz de kitabımızda bu noktaya odaklandık ve İslam ahlak âlimlerimizin bu yaklaşımlarını hadislerle karşılaştırdık.
Aklın dengeli kullanımı ile hikmet arasındaki ilişkiye gelince, İslam ahlak âlimleri malum olduğu üzere bütün fazilet ve erdemleri dört ana başlık altında toplamışlardır. Onlara göre insanlarda bulunan akıl kuvvetinin dengesinde hikmet, şehvet kuvvetinin dengesinde iffet, öfke kuvvetinin dengesinde şecaat, bu üç kuvvetin birlikte dengesiyle adalet meydana gelmektedir. Dikkat edilecek olursa hikmet erdemi, akıl kuvvetiyle birlikte zikredilmiştir. Çünkü hikmetin ortaya çıkmasında aklın önemli bir işlevi vardır. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, aklın tek başına yeterli olmamasıdır. Âlimlerimizin de ifade ettiği gibi aklın ifrat ve tefrit noktalarında ahlaki hastalıklar ortaya çıktığı gibi akıl kuvveti, öfke ve şehvetin etkisinde kalırsa yanlış yerlerde kullanılır ve fayda yerine zarar verir.
Râgıb el-İsfahânî hikmeti, akıl ve ilimle eşyanın hakikatine ulaşmak olarak tarif etmiştir. Şimdi bu tanımda vurgulanan şeyler akıl, ilim ve eşyanın hakikatidir. Akıl, Allah Teâlâ’nın insana verdiği en önemli cevherlerden bir tanesi ve çok büyük bir potansiyele sahiptir. İlmin kaynağı ise Allah’tır. Eşyanın hakikati denilen şey ise hakikat bilgisidir. Buna göre akıl vahiyle irtibat kurmazsa bir takım manevi hastalıklara duçar kaldığı gibi hakikate ulaşamaz dolayısıyla hikmetten mahrum kalır. İnsan irade gücüyle nefsini eğiterek öyle bir dereceye yükselir ki orada doğrudan doğruya ilâhî nurların ve ilâhî hakikatlerin bilgisini elde eder. Kur’an’da hikmet kavramı yirmi yerde kullanılmış bunun yarısında kitapla, vahiyle birlikte zikredilmiştir. Buna göre hikmete ulaşmak için akıl, ilim, irade ve vahiy en önemli unsurlardır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hikmeti öğretme metodunda dikkat çeken önemli bir nokta, vahiy ile hayatı birleştirmesi ve bunu pratik örneklerle göstermesidir. Bu bütüncül yaklaşımı günümüz İslami ilimler perspektifinden değerlendirir misiniz?
Çok önemli bir noktaya gelmiş olduk. Bu sorunuz bu açıdan çok kıymetlidir. Kur’an bize kitabın ve hikmetin öğreticisi olarak Peygamber Efendimizi (s.a.v.) işaret etmektedir. Zira teorik bilgiler ancak uygulama ile kemâle erer. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vahiyle hayatı, insanla Kur’an’ı birleştirerek hikmete ulaşmış ve ona nasıl ulaşılacağını da açık bir şekilde göstermiş ve öğretmiştir. Zaten Cuma suresi ikinci ayette Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kitapla birlikte hikmeti de öğreteceği vurgulanmıştır. “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Buna göre biz hikmeti kimden öğrenebiliriz sorusunun cevabı Peygamber Efendimizdir (s.a.v.). Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) hayatıyla hikmeti ortaya koymuş ve bunun nasıl yapılacağını göstermiş ve bizlere örnek olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) hikmeti ortaya çıkarırken üç şeyi iyi biliyordu. Birincisi Allah’ın izniyle vahyi çok iyi biliyordu ve hayatının merkezinde Kur’an vardı. İkincisi muhatabı yani insanları çok iyi biliyordu. Onların zihni, fikri ve ahlaki gelişimlerini göz önünde bulunduruyordu. Üçüncüsü içinde yaşadığı çağı ve şartları iyi biliyordu. Ayetlerin iniş süreci zaten bu konuda Efendimize (s.a.v.) önemli yol gösteriyordu. Nahl suresi 125. ayette yüce Rabbimiz “Rabbinin yoluna hikmetle davet et” buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) muhataplarının durumunu dikkate almış ve herkesi manevi ihtiyaçlarına göre yönlendirmiştir. Gençlere, çocuklara, yaşlılara, kadınlara, yetişkinlere her bir kimseye içinde bulunduğu şartları dikkate alarak davranmış, onları hikmetle Rabbinin yoluna davet etmiştir. Herkesi kabiliyetine ve mizacına göre eğitmiş ve yönlendirmiştir. Unutulmamalıdır ki hikmet, hayatın sadece bir alanıyla ilgili değildir. Kur’an’da kendisine hikmet verilen kişilerden biri olarak gösterilen aynı zamanda doktor olan Lokman Hekim bu noktada güzel bir örnektir. Lokman suresi 12. ayette, “Şüphesiz biz Lokman’a hikmet verdik” buyrulduktan sonra onun manevi yönlerine vurgu yapılmıştır. Oğluna yaptığı tavsiyelere bakıldığında, şirkten uzak durma, Allah’a iman etme, şükür, anne babaya iyilik, takva, namaz, tevazu ve güzel ahlak karşımıza çıkmaktadır. Dikkat edilecek olursa doktor olan Lokman Hekim, kâinattaki ayetleri araştırıp onları okuduğu gibi vahyi de bilmekte ve böylelikle hikmete ulaşmaktadır. Bu örneği diğer alanlar için de verebiliriz. Kişi, hangi meslekte çalışırsa çalışsın işini doğru yaptığı zaman, karşısına çıkan olayları ve hâdiseleri doğru okuduğu zaman ve bunları vahiyle birleştirip Efendimizin (s.a.v.) yolunu takip ettiğinde hikmete ulaşabilecektir. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında bunu gerçekleştirmiş ve ümmetini bu yönde yönlendirmiştir.
Şimdi önümüzde binlerce ayet ve binlerce hadis bulunmaktadır. Hikmet, bunların nerede nasıl kullanılacağı ile ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde herkes ayete, hadise uyduğunu iddia etmektedir. Ancak Gazze yanarken Müslümanların İslam birliği yerine ayrıntılara ait konuları tartışması bu hikmetten uzaklaşıldığının bir neticesidir. Hz. Hüseyin şehit edildiğinde Abdullah ibn Ömer, ihramın üzerindeki sinek kanının hükmünü soran Kûfe’liye kızmış ve bana Hz. Hüseyin’in kanının hükmünü sor demiştir. Bugün İslam dünyasının çektiği sancının temeli burada yatmaktadır. Biz Müslümanlar bugün ehem ile mühimi maalesef karıştırıyoruz.
İslam ahlak bilginleri, aklın ifrat halinde ortaya çıkan kibir, ucub, riya gibi hastalıkları ve tefrit halinde ortaya çıkan cehalet, gaflet, tembellik gibi durumları detaylı şekilde incelemişler. Bu hastalıkların tedavisinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaklaşımı nasıldı?
Akıl çok büyük bir cevher olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. İmam Gazzâlî, kalbi padişaha, aklı padişahın vezirine benzetmiştir. Ona göre padişah olan ruh, akıl ile istişare edip şehvet ve gazabı kontrol altına alıp akla uymalarını emrederse vücut ülkesinin işleri düzgün olur. Saadet yolu açık olur. Eğer aklı, gazap ve şehvet kuvvetlerine esir ederse vücut ülkesi helak olur, padişah olan ruh da bedbaht olur. Burada akıl ile diğer duygular arasında sıkı bir ilişki dikkati çekmektedir. Bu noktada akıl, özellikle olumsuz duyguların esaretinde kalırsa hikmetten uzaklaşıyor. Bu durumda kişi, aklı kullanarak iyi bir doktor olabiliyor ancak hikmet olmadığında bu bilgisini şerde kullanabiliyor. Para için yeni doğan çocukları öldüren doktor bunun uç örneğidir. Bilgili bir mühendis olabiliyor ancak hikmet olmazsa malzemeden çalabiliyor. İşte burada hikmet aklın vahiyle buluşmasının ve ona uymasının bir neticesi olarak ortaya çıkıyor. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.) hadislerinde aklı kullanmaya teşvik ettiği gibi aklın ifrat ve tefrit halinde ortaya çıkan hastalıklara karşı da ümmetini uyarmıştır. Örneğin aklın ifrat halinde ortaya çıkan “cerbeze” (hilekârlık), yalancılık, gıybet, cedel, kehanet, kibir, ucub, riya, mizah, inkâr, küfür, nifak gibi aklı kötü yönde kullanarak kişinin hem kendine hem de başka insanlara zarar veren kötü ahlaklardan sakındırmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı şekilde aklı kullanmamaktan kaynaklı olarak ortaya çıkan, cahillikten Allah’a sığınmış ümmetine bu konuda yol göstermiş, cehaletin nefsani arzular ve aşırılıklarla iç içe olduğuna dikkat çekmiştir. Başka bir hadiste, mescitte hiçbir şey yapmadan oturan bir sahabesini letafetle uyarmış ve ona tembellikten ve acizlikten Allah’a sığınması gerektiğini telkin etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.), mümin olan kimsenin bir delikten iki defa ısırılmayacağını söyleyerek, gafletten uzak olmayı, tedbir almayı ve dikkatli olmayı imanın bir alameti ve gereği olarak saymıştır. Yine aklı kullanmamaktan kaynaklı ortaya çıkan ahlak-ı zemîmelerden olan taklitten uzaklaştırıp, bireysel ve toplumsal manada şahsiyetli ve kişilikli birey ve toplum oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. Bunlarla ilgili örnekleri ve kavramları geniş şekilde kitabımızda vermeye çalıştık.
Hikmetin önemli boyutlarından biri de bilginin kesinlik derecesidir. Yakîn, zan ve vehim arasındaki ilişkiyi ve bunların hikmete ulaşmadaki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? İslam düşünürlerinin bu konudaki yaklaşımlarını paylaşır mısınız?
Kamer suresi 5. ayette Kur’an, “tam, eksiksiz bir hikmet” olarak vasıflandırılır. Buradan hikmetin farklı dereceleri olduğu anlaşılmaktadır. İlim ve akılla hikmetin ilişkisine tanımda değinmiştik. İlmin kendi içinde ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin gibi dereceleri olduğu malumdur.
Sahih-i Müslim’de geçen bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.v.) ilmi süte benzetmektedir. Yine Buhârî’de geçen bir rivayette Efendimiz (s.a.v.) rüyada süt içtiğini artanı Hz. Ömer’e verdiğini söylemesi üzerine sahabeler bunun yorumunu sormuşlar, Hz. Peygamber de (s.a.v.) bunu ilimle tabir etmiştir. İlmin süte benzetilmesi konumuzu aydınlatmaktadır. Zira süt nasıl ki besin artıklarıyla kanın arasından çıkıp tertemiz bir şekilde insanların içeceği durumuna getiriliyor ise ilimde aynı şekilde şüphe, zan, vehim gibi bilgilerden süzülerek yakîni hale getirildiği zaman hakiki, saf ve berrak bir bilgi olmaktadır. Süt nasıl insana maddi bir doyum sağlıyorsa ilim de insana manevi bir itminan sağlayacaktır. İşte bu hikmettir.
İslam âlimleri bilginin kendi içindeki derecelerini farklı şekilde tanımlamışlardır. Örneğin İmam Gazzâlî “şek” kavramı için, tasdik ile tekzibin denk olması, “zan” kelimesini ise her iki ihtimali mümkün görmekle birlikte nefsin bir tarafa meyletmesi olarak açıklamıştır. Yakîni ise kendisinde şüphe edilmeyecek şekilde sağlam delilden hâsıl olan marifet olarak açıklamıştır. Cürcânî’ye göre tercih yapamama durumuna “şek”, birini ihtimal dışı bırakmadan diğerini tercih etmeye “zan”, zayıf tarafa “vehim”, birini tercih edip diğerini bırakmaya “zann-ı galib” denir. Zannın bilgiye dönüşmesi için araştırma ve gayret göstermeli, günah olan kısmından uzaklaşılmalıdır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Zandan sakının zira zan en büyük yalandır.” (Müslim, Birr, 28) ifadesindeki zanlar özellikle kişilerin masumiyet ve iffetini şüphelerle ihlal eden zanlardır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerinin devamında tecessüsten, hasetten, kinden sakındırması bunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple başkalarını suçlamak ve aleyhlerinde olacak bir karar almak söz konusu olduğunda zanna dayanılmaz. Nur suresinde kesin bilgiye dayanmayan duyumlarla ilgili olarak, mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve “Bu apaçık bir iftiradır” demeleri istenmiştir. Sosyal bilimlerin önemli bir kısmı kesinliğe değil, kuvvetli zan ve ihtimale dayanmaktadır. Buna göre hikmete ulaşmak için din kardeşini zannî bilgilerle yargılamaktan kaçınmalı, ona karşı hüsnü zan beslemelidir.
Aklın ifrat halinde ortaya çıkan hastalıklardan birinin “cerbeze” yani hilekârlık olduğunu görüyoruz. Bu kavramın toplumdaki yansımalarını ve insanların hakikati çarpıtma eğilimlerini hikmet perspektifinden değerlendirir misiniz?
Evet, aklın ifrat halinde ortaya çıkan “cerbeze” günümüzde çokça rastladığımız kötü ahlaklardan birisidir. İsterseniz “cerbeze” nedir onunla başlayalım. “Cerbeze” İslam ahlak âlimlerine göre aklın ifrat hâlinde ortaya çıkmakta ve hilekârlık, düzenbazlık, yalan, istihza, benlik, bencillik, küfür (hakikatleri örtme) ikiyüzlülük gibi kötü ahlaklar olarak tezahür edebilmektedir. Taşköprülüzâde Ahlâk-ı Adudiyye şerhinde cerbezeyi “şeytanlık” olarak isimlendirmiştir. Aklın ifrat hâlinde ortaya çıkan hilekârlık hadislerde tenkit edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) pazarda bir esnafın aklını hile yolunda kullanarak insanları aldatmasına karşı çıkmış ve “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, Îmân 164, Fiten 16) buyurmuştur. Başka bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.v.), “Hilekâr cennete giremez.” (İbn Mâce, zühd) buyurmuştur.
Para kazanma hırsıyla insanlar kendilerine bahşedilen akıl kuvvetini çok iyi kullanabilirler. Ancak bu kuvvet vahiyle dengelenmedikçe hikmete ulaşılamayacağı için kazanılan maddi imkânlar huzur ve bereket getirmeyecektir. Alışverişlerde hile yoluna başvurarak hikmetten uzaklaşanlar Kur’an’da uyarılmışlar ve bununla ilgili “ölçü ve tartıyı eksik yapanlar” manasına gelen Mutaffifîn suresi nazil olmuştur. Günümüzde dijital ortamda yapılan hırsızlıklar ve haksızlıklar da bu surede vurgulanan tehditlerin muhatabıdır.
Burada cerbezenin önemli özelliklerinden birisinin yalan konuşmak olduğu anlaşılmaktadır. Yalan söz ve yalan yeminle insanları aldatmak hikmetten uzaklaşan insanların en önemli ahlâk-ı zemîmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bir hadiste Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en büyük günah olarak şirk ve anne babaya isyanı saydıktan sonra yalan sözü sayması ve üzerinde çokça durması akıl kuvvetini ters istikamette kullanmanın insanları götüreceği yeri göstermesi açısından dikkat çekicidir. Buna göre yalan söz insanı aşama aşama kötülüğe götürmektedir. Bunun neticesinde insan en yakınlarına kötülük yapmaya başlamakta, daha sonra şirke kadar gidebilmektedir.
Batı dünyası 1492 yılında Gırnata’nın düşmesiyle birlikte aklını kısmen kullanarak İslam dünyasında yazılan eserleri tercüme etmiş ve “aydınlanma” dedikleri bir süreci yaşamışlardır. Ancak “aydınlanma çağı” dedikleri şeyin bir “yanılsama” olduğu günümüzde daha açık şekilde görülmüştür. Hem batı hem doğu dünyası gelinen noktada büyük krizler yaşamakta, masum insanlar öldürülmektedir. Özellikle gücü elinde bulunduran devletler hiçbir hukuk tanımayarak şeytani planlarını masum insanlar üzerinde sürdürmeye devam etmektedirler. Özellikle son olarak yaşadığımız Gazze’deki insanların tehcir planı tam bir “cerbeze” halidir. Müslümanlar bir an önce uyanıp ilim, akıl ve vahiyle hikmeti aramalı, onu nerede bulursa hemen almalıdır.
Fıtrat-hikmet ilişkisi oldukça dikkat çekici bir konu. “Mârifetullah insan nefsinin fıtratında mevcuttur” görüşünden hareketle, insanın yaratılışında var olan hikmet potansiyelinin açığa çıkarılması sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsanlar doğuştan var olan bilgiyle mi dünyaya gelirler yoksa onların zihinleri “boş levha” anlamına gelen “tabula rasa” mıdır? Aslında bu konu kadim bir tartışmadır. İsfahanî’ye göre, mârifetullah bilgisi insan nefsinin fıtratında mevcuttur. Müellif, bunu delillendirmek için şu ayeti zikretmiştir: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30/30) Buna göre insanın fıtratına yönelmesi dine yönelmesi, fıtrattan uzaklaşması dinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. İsfahânî görüşlerini ispat etmek için “Allah’ın boyasıyla boyanmayı” tavsiye eden ayeti (Bakara, 2/138), ruhlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusunun anlatıldığı ayeti (A’râf, 7/172), “Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, mutlaka “Allah” diyeceklerdir” ayetini (Ankebût, 29/61), “Başınıza bir sıkıntı geldiğinde O’na yalvarırsınız” (Nahl, 16/53) ayetlerini zikretmiştir.
Nisa suresinde 113. ayette “Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” beyan edilen hikmetin Allah tarafından indirilmesi, “İnsanlar madenler gibidir” (Buhârî, Enbiyâ 2) hadisi bu görüşü desteklemektedir. Âcizane benim görüşüm burada insanların fıtratlarında maddi ve manevi bir potansiyelin var olduğu ancak bu potansiyeli ortaya çıkarmak için gayret gösterilmesi gerektiği yönündedir. Allah’ın verdiği aklı kullanarak, gönderdiği peygamberlerin yoluna uyarak, vahyin ışığında okuyarak, tefekkür, tezekkür, tedebbür ederek, eğitimle ve riyazetle bu potansiyelin ortaya çıkarılması gerekmektedir.
İslam ahlak düşüncesinde feraset, tezekkür ve tedebbür gibi kavramlar hikmetin önemli boyutları olarak karşımıza çıkıyor. Bu manevi idrak yollarının hikmete ulaşmadaki rolünü ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu konudaki yaklaşımını değerlendirir misiniz?
Buyurduğunuz gibi hikmetin ilim, akıl, düşünce, tefekkür ile çok yakından ilişkisi vardır. Aklın dengeli hâlinden faziletler ortaya çıkmaktadır. Bu faziletlerin en başı hikmettir. Daha sonra okuma, düşünme, nazar (gözlem), basiret (iç yüzüne vakıf olma), firaset, tefekkür (bilgileri tasnif etme), i’tibar (mukayese ederek ibret verici sonuca intikal etmek), tedebbür (işin sonucunu hesap etme), tezekkür (geçmişe dair düşünme), teemmül (düşüncede yoğunlaşma), teenni (acele etmemek) ve isabetli karar verme gibi erdemler ortaya çıkmaktadır. Kişi, gözlem ile yeni bilgiler elde edip tefekkürle bu bilgileri tasnif edebilmekte ve yeni bilgilere ulaşabilmektedir. Tedebbürle de işin arka planının görüp tedbirler alabilmektedir. Tezekkür, geçmişteki bilgileri hatırlayıp, sebep-sonuç ilişkileri kurmasına, mukayese yaparak ve düşünceleri zihinde yoğunlaştırarak konu hakkında bir kanaat edinmesine sebep olmaktadır. Bu kanaat hâsıl olduktan sonra kişi, buna göre hüküm verir ve bu hükmün neticelerini irade ile uygular.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk vahiy olan “Allah’ın adıyla oku!” emrine ittibâ ederek hem vahyi hem kâinat ayetlerini okumuştur. İbn Hıbbân’ın Sahîh’inde geçen bir rivayette Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmrân,3/190) âyetini okuyup, “onun hakkında düşünmeyene yazıklar olsun!” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 373) dediği nakledilmiştir. Bu hadisler ilim adamlarını evreni, uzayı, yıldızları, güneşi hâsılı bütün kâinatı araştırmaya ve tefekküre teşvik etmektedir. Tefekkürle ilgili âyetlerden de anlaşılacağı üzere gerçek akıl sahipleri, Allah inancıyla fikrî araştırmayı bir arada götüren insanlardır. Yukarıda sayılan erdemler hikmete götüren faziletler olduğu gibi kişinin hikmete ulaşmasıyla birlikte onda meleke haline gelmiş güzel ahlaktır.
Firasete gelince, akıl kuvvetinin dengesinde ortaya çıkan hikmet erdeminin meyvelerinden birisi firasettir. Bu kavram, insanların ve hadiselerin iç yüzünü keşfetme, gelecekle ilgili doğru tahminlerde bulunma anlamına gelmektedir. İsfahânî, firasetin iki türlü olduğunu söylemiş ve birinin ilham ve vahiy şeklinde olduğunu, diğerinin öğrenme yoluyla olduğuna dikkat çekmiştir. Müellif, burada bazı hadisler zikretmiştir. Bunlardan birisi, “Müminin firasetinden sakının. Zira o, Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16,) hadisidir. Konuyla ilgili zikredilen diğer hadisler göz önüne alındığında Allah’a yakınlık ile firâset arasında, ibadetlerle de Allah’a yakınlık arasında bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Kişinin hikmete ve onun meyvesi olan firâsete ulaşabilmesinin yolu Allah’a yakınlık olmaktadır.
Hikmetin önemli meyvelerinden biri şüphesiz birr (iyilik) erdemidir. Hikmet-itminan ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Birr kelimesi “hayır işleri yapmak, iyilik ve ihsanda bulunmak” anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde “İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.” (Dârimî, Büyû”, 2) buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa, hadiste nefsin tefrit hâlinde ortaya çıkan tereddüt, şüphe, vehim ve huzursuzluk hallerine işaret edilmektedir. Aynı zamanda bilginin amelî boyutuna burada vurgu yapılmaktadır. Doğru bilgi ve eylemin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak erdem, hikmet olacaktır ki bunun en önemli sonuçlarından biri, kalpte huzur hâlinin oluşmasıdır. İşte burada buna işaret edilmektedir. Bu hadis aynı zamanda kalbin vesveselerden ve şüphelerden arınıp sükûn bulmasının nasıl olacağına da cevap vermektedir.
Bakara suresi 269. ayette, “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar” buyrulmuştur. İmam Mâtürîdî bu âyeti tefsir ederken hikmet kavramına dört anlam yüklemiştir. Müfessir burada zikredilen hikmeti, nur, hidayet, ruh ve şifa olarak açıklamıştır. Ona göre kişi, nurla eşyanın mahiyetini görür. Hidayet ile kişi, hayırları idrak eder ve helak olma yerlerinden korunur. Ruhla bütün canlılar hayat bulur. Şifa ile de hem maddi hem manevi hastalıklar ve afetler yok olup gider. Kişi, hikmete ulaşıp ulaşmadığının sağlamasını bu dört özellikten yapabilir. Yani verilen hüküm neticesinde, hidayet (istikamet), şifa (maddi-manevi arınma), nur (zihnin ve gönlün aydınlanması) ve ruh (sürdürülebilir huzurlu yaşam) çıkıyorsa hüküm hikmete dönüşmüş demektir.
Netice olarak hikmet, vahiyle hayatın doğru şekilde irtibatlandırılması ile ortaya çıkmaktadır. Buna göre âyetlerle hadisleri, vahiyle insanı doğru şekilde buluşturamayanlar hikmetten mahrum olacaklardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu irtibatı en güzel şekilde sağladığı için bütün insanlara örnek olmuştur. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra bu irtibat günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Yüce Rabbimiz hepimizi hikmete, dolayısıyla bireysel ve toplumsal olarak hidayete, aydınlığa, şifaya ve huzura kavuştursun. Amin.