Kur’an’da Delil ve Delillendirme / Dr. Adem Bıyıkoğlu

Öncelikle delil ve delillendirme deyince ne anlamalıyız?
Delil, sözlükte işaret, alamet, emare, yol gösteren, mürşit, rehber, kılavuz, haber veren; delâlet ise, yol göstermek ve irşat etmek anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise delil, istenilen şeye götüren demek olup, kendisiyle delil getirilenin bilindiği her şeyi içine almaktadır. Delilin bilgisi medlûlün varlığına dair bilgiyi gerektirmekte, yani delil getirilen şeyin bilinmesini sağlamaktadır. Delalet ise, kendisiyle başka bir şeyin bilgisine ulaşılan şey, başka bir şeyin bilgisini gerektiren bilgidir.
Delil kelimesi Kur’an’da kılavuz, yol gösterici anlamında kullanılmakta, bazı ayetlerde de kılavuzluk etmek, göstermek, haber vermek anlamlarında aynı kökten türeyen fiiller yer almaktadır. Kur’an’da ayrıca ilim, sultan, ayet, beyyine, burhan, hüccet gibi değişik adlarla yer verilen delile büyük önem atfedilerek inanç ve düşüncenin mutlaka delile dayandırılması doğruya ulaşmanın vazgeçilmez şartı olarak görülmektedir.
Delil ve delillendirme kimi zaman eşanlamlı olarak kullanılmakla birlikte esasen delil, delil getirilen şeye götüren bilgiyi, delillendirme ise delil getirme işlemini ifade etmektedir.
Kur’an’da delil ile ilgili kavramları kısaca izah edebilir miyiz?
Kur’an’da delille ilgili olarak ayet, burhan, beyyine, hüccet, sultan kavramlarının kullanıldığı görülmektedir.
Ayet kelimesi sözlükte alamet, delil, işaret, zahir/görünür ve açık alamet, mucize, nişane, sabit alamet, bir yere yerleşmek, bir şeye sabitlemek, bir yerde kalmak, şahıs, ibret, emare/belirti gibi anlamlara gelmektedir.
Ayet kavramı Kur’an’da tekil ve çoğul olarak 382 defa geçmekte olup delil, (1) ibret, alamet, işaret manasında Yüce Allah’ın varlığını/birliğini, kudretini ve rahmetini gösteren tekvînî ayetler, (2) peygamberlerin gösterdiği mucizeler, inkârcı kavimlerin başına gelen azaplar, kıyamet alametleri ve (3) tenzîlî ayetler, Kur’an’ın belli bölümleri veya tamamı ve geçmiş semavî kitaplar anlamlarında kullanılmaktadır.
Kur’an’da “Allah’ın ayetleri” tabiri Allah’ın acayip, şaşılacak derecede emsalsiz ve mükemmel yarattıkları manasındadır. Kur’an’da “Düşünen kimseler için ayetler/deliller vardır” (el-Bakara 2/164) ibaresinde geçen ayetler lafzı, Allah’ın varlığına, zât ve sıfatlarına, birliğine, kudretine, kudretin büyüklüğüne ve hikmetin apaçıklığına, açık alametler, kesin deliller ve apaçık mucizeler anlamına gelmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, Yüce Allah’ın ayetleri, birisi varoluş ve yaratılış kitabındaki fiilî ayetler, diğeri de indirilmiş kitaptaki sözlü ayetler olmak üzere iki türlüdür. Bunların her ikisi de Allah’ın zat ve sıfatlarına, ilahî hüküm ve iradelerine delâlet ettiklerinden dolayı ayet diye adlandırılmıştır. Bu iki kitabın iki türlü ayetleri karşılıklı olarak birbirinin işaret eden açıklamalardır. İndirilmiş kitabın sözlü ayetleri yaratılış kitabının fiili ayetlerini ve bunlar da Yüce Allah’ın zatını ve sıfatlarını okuyup anlamak içindir.
Burhân sözlükte beyaz olmak, berrak olmak, temiz ve masum olmak anlamlarına gelmekte olup, açıklığa kavuşturmak, bir şeyin apaçık olmasıdır. Burhân, delillerin en sağlamı olup daima doğruluğu gerektirir ve kesin olarak doğru sonuca götürür. Bir şey hakkında burhân, o şeye hüccet getirmek, onu ispat etmek demektir. Burhân, aklî delil anlamına gelmektedir ve aklî olarak insanı kabul etmeye zorlayıcı bir etkendir. Burhan işaretlere, tabiatüstü mucizelere, vahiy ve akla veya daha ziyade vahyin aklî oluşuna hasredilmiş anlamları içermektedir.
Burhân kavramı Kur’an’da genellikle hak ile batılı birbirinden ayıran kesin delil anlamında kullanılmaktadır (el-Bakara 2/111; Yûsuf 12/24; el-Enbiyâ 21/24; el-Mü’minûn 23/117; en-Neml 27/64; el-Kasas 28/75). Kur’an yahut apaçık ve kesin delil olması itibariyle Hz. Peygamber (s.a.v.) veya ona verilen mucize anlamında da kullanılmıştır. “Size Rabbinizden kesin bir delil (burhân) gelmiştir” (en-Nisâ 4/174). Birçok ayette kendi dinî görüşlerini savunmaları için inançsızlar ve müşriklerden istenen ikna edici deliller anlamında kullanılmıştır. “Delilinizi (burhân) getirin” (el-Bakara 2/111; el-Enbiyâ 21/24; en-Neml 27/64; el-Kasas 28/75) ve “Kim, hakkında hiçbir delili (burhân) olmadığı halde Allah ile birlikte başka bir ilâha taparsa…” (Mu’minûn 23/117).
Başka bir kere yine apaçık deliller olmaları bakımından Hz. Musa’nın yere bıraktığında bir yılan gibi kıvrılan asası ve koynuna sokup çıkardığında bembeyaz olan eli mucizeleri anlamında “iki burhan” deyimiyle kullanılmıştır (el-Kasas 28/32). Bir kere de sadece mantıkî bir delil olmayıp, çok güçlü nefsanî arzuların yönünü değiştirebilen ve onları gem altına alabilen bir çeşit aklî ispat anlamında geçmektedir (Yûsuf 12/24).
Beyyine, gün gibi açık, seçik ve parlak anlamlarında bir kelime olup, hakkı açıklayan yahut iddia sahibine ait ispat edici hüccet, kendisi apaçık ve başkasını ise açıklayıcı olan delil demektir. Beyyine kavramı Kur’an’da aklî ve naklî delil, hüccet, açık belge, mucize, alamet, nişane, Kur’an ve ayetleri, Hz. Muhammed (s.a.v.) anlamlarında kullanılmaktadır (el-Bakara 2/87, 92, 99, 159, 185; Âl-i İmrân 3/86, 97; Beyyine 98/1, 4).
Hüccet sözlükte kastetmek, büyük bir şeyi kastetmek, uzak durmak, gelmek, yönelmeyi kastetmek, ziyaret etmek, ihtilafı sürdürmek, üstün gelmek, galip gelmek, hasmına delil getirmek, tartışmak anlamlarına gelmektedir. Hüccet, isabetli yönelişi kanıtlayan delil, bir hükmün doğruluğunu kanıtlamak ve muarıza karşı galip gelmek amacıyla ileri sürülen delil demektir. Kur’an’da hüccet kavramı kimi yerde delil getirme (ihticâc) ve kimi yerde de tartışma (muhâcce) anlamında kullanılmıştır.
Kur’an, el-hüccetü’l-bâliga (hedefe ulaşan delil)dan ve onun Allah’a mahsus oluşundan bahsetmekte, O’na karşı getirilen hüccetlerin boş ve değersiz olduğunu belirtmektedir, zira bunlar gerekçesiz, dayanaksız, yere sağlam basmayan, boş, hakkı ve hakikati kabul etmemek için bahaneler ileri sürmek babında, işi yokuşa sürmek, sırf tartışmadan mağlup ayrılmama isteği adına getirilen hüccetler olmaktan öteye geçememektedir (el-En‘âm 6/149; eş-Şûrâ 42/16; el-Câsiye 45/25).
Sultan hem saltanat, otorite, kudret ve kuvvet anlamında, hem de hüccet ve burhan, açık hüccet anlamındadır. Sultan kavramı Kur’an’da hüccet ve burhan, Kur’an ayetleri, istila (ele geçirme, yönetimini alma), mucize anlamlarında kullanılmakta, geçtiği ayetlerin hemen hepsinde hüccet manasına gelmektedir (Âl-i ‘İmrân 3/151; en-Nisâ 4/91, 144, el-İsrâ 17/80; el-Kehf 18/15).
Delille ilgili Kur’an’da geçen bütün bu kavramlar, onun delile ve burhana ne denli büyük önem verdiğini açıkça göstermektedir. Kur’an’da delille ilgili kavramların yoğunlukla kullanımı, onun delillendirme mantığının, insan aklına hitabının, insanı delille ikna çabasının en bariz göstergelerindendir. Kur’an tüm kavram örgüsüyle sağlam bir delillendirme mantığı inşa etmiş, yalnızca delil ve burhana değer vermiş, hakikate ancak kesin, tutarlı deliller ve sağlam bir delillendirme yoluyla varılacağını bildirmiştir.
Kur’an, iddialarında delil ve hüccete dayanmakta, akıl ve iz‘ana hitap etmekte ve insanları açık, sağlam delillerle düşünmeye ve karar vermeye çağırmaktadır. Kur’an sağlam ve tutarlı delil getirmeyi delillendirme mantığının esası olarak konumlandırmakta, kesin ve tutarlı delile dayalı olmayan batıl iddiaların kendi doğru, kesin, tutarlı, önünde durulamaz nitelikte sağlam ve güçlü delillerinin karşısında boşa çıkacağını ve hiçbir işe yaramayacağını söylemektedir. Kur’an doğru hüccete ve hakça delillendirmeye değer vermekte, bunun dışında kalan yanlış ve mesnetsiz hüccetleri ve hevaya uyarak delil getirmeleri boş, batıl, geçersiz, işe yaramaz saymaktadır.
Kur’an’da delillendirme ile ilgili geçen kavramlar akıl yürütme basamaklarına mı işaret etmekte veya bir benzerlik mi içermektedir?
Kur’an’da delillendirme ile ilgili olarak hem delil üzerinden düşünme etkinliğini ifade eden hem de delile ulaşma sonucuna götüren teakkul, tefekkür, tedebbür, tezekkür, tefakkuh, ibret, nazar, basar ve rü’yet kavramlarının kullanıldığı görülmektedir.
Akletme/akıl yürütme eylemi, istidlâlin/delil getirmenin temelini teşkil etmektedir, zira delil kesin ve aklî olmak, delillendirme de tabiatı gereği akla dayanmak, aklın düsturlarına ve işleyiş tarzına uygun olmak zorundadır. Öte yandan delil getirmek de akıl yürütmenin esasını oluşturmaktadır, zira delil ve burhana dayanmaksızın sıhhatli ve geçerli bir akıl yürütmeden asla bahsedilemez. Öyleyse akıl yürütme ve delil getirme ameliyeleri birbirini gerektirmekte, bir ve aynı işlem olmaktadır. Şu hâlde Kur’an’da akla hitap, akletmeye çağrı, aklını kullanmayanların yerilmesi ve azarlanması aynı zamanda delile dayanmaya teşviki de içermekte ve delile, delil getirmeye, delilli düşünmeye ne denli önem verildiğinin bir göstergesi olmaktadır.
Delillendirme ile ilgili olarak Kur’an’da sarfedilen bu kavramlar anlamca birbirine yakın içerikte olsalar da aralarında bazı ince farklılıklar bulunmaktadır. Düşünme ve delillendirme ameliyesine dair bütün ayrıntıların gözetilerek Kur’an metninde kavramsallaştırılması, onun hakka ve hakikate verdiği değerin gereği olarak akla ve düşünmeye, delile ve delillendirmeye verdiği büyük önemin ifadelendirilmesinden başka bir şey değildir.
Teakkul, aklı kullanarak yanlışa düşmekten korunmak ve gerçeği anlamak demektir (el-Bakara 2/44, 164). Tefekkür ise, aklın çalıştırılmasıyla gerçekleşen düşünce üretme işlemi olup onunla bilinenler sayesinde bilinmeyenlere ulaşılmaktadır (el-Bakara 2/266; en-Nahl 16/44).
Tedebbür, işin önünü sonunu hesap ederek akıllıca hareket etmek demektir. Tedebbür kavramı bir işin sonunu düşünmek, varacağı yeri muhakeme etmek, işin akıbetini hesap etmek, arka planını kavramak anlamlarına gelmekte olup işin varacağı sonuca göre önceden tedbiri, önlemler almayı gerektirmektedir (en-Nisâ 4/82; Muhammed 47/24). Zikir ve tezekkür kavramları ise geçmişte yaşananları, unutulanları hatırlama ve onlar üzerinde düşünme eylemini ifade etmektedir (Sâd 38/29; el-Bakara 2/221, 269; Âl-i İmrân 3/7; Ra’d 13/19; el-İsrâ 17/41).
Düşünmenin zamana nispeti itibariyle tedebbür ve tezekkür kavramları birbirinin zıddı içeriklere sahiptir. Düşünme, tedebbürde olduğu gibi geleceğe değil de geçmişe yönelikse tezekkür adını almakta ve hatırlama, anma anlamına gelmektedir. Tezekkürü, geçmişten ders ve ibret alarak geleceği inşa etmek ve geçmişte yapılan hataları yinelememek şeklinde anlamak gerekmektedir.
Kur’an tefakkuh üzerinde durmakla da aklın, düşünmenin ve muhakemenin işlevselliğine vurgu yapmakta, düşünen, değerlendiren, muhakeme eden ve derin bir kavrayışla anlayan kişi ve toplumu talep etmektedir, zira ancak bu derin kavrayış sayesinde akıl ve delillendirme âtıl kalmayarak bir anlam ifade etmekte ve değer kazanmaktadır (en-Nisâ 4/78; Hûd 11/91; el-En‘âm 6/98).
Kur’an i‘tibâra emretmekle, insanı düşünmeye, muhakeme etmeye, bilinenlerden hareketle bilinmeyenin bilgisine ulaşmaya, bilinenlerden ders ve ibret almaya, böylece bilinmeyen konusunda hazırlıklı olmaya ve doğru hareket etmeye sevk etmektedir. Mevcut iki bilgiden üçüncü bir bilgiye (sonuca/çıkarıma) geçiş olmaz ve yalnızca iki bilgiye vukuf söz konusu olursa buna tezekkür denir. Kendilerinden geçerek üçüncü bilgiye götüren iki bilgi için ise i’tibâr denmektedir (Âl-i İmrân 3/13; el-Haşr 59/2).
Nazar, baş gözünün duyumundan hareketle tefekkür ve i’tibâr ederek, kıyas ve istidlâl yoluyla akıl ve kalp gözünün idraki sayesinde bilinenden bilinmeyene, öncüllerden sonuca varmadır (Ğâşiye 88/17; el-A‘râf 7/185; Yûnus 10/101; el-En‘âm 6/99; Abese 80/20; et-Târık 86/5). Basiret, görme duyusundan ziyade kalp gözü manasında kullanılmakta olup, kalpte oluşan tam bir idrakin adıdır ve kalbin nurudur. Bir şeyi bilme ve tanımanın tekâmülü olması bakımından basiret ilimden ayrılmaktadır (el-Kasas 28/72; ez-Zuhruf 43/51; ez-Zâriyât 51/21). Ru’yet kavramının da Kur’an’daki kullanımlarında düşünme, tefekkür etme, bilme, ibret alma anlamlarında geçtiği görülmektedir (el-Bakara 2/128, 258; en-Nisâ’ 4/49, 60, 105; el-En‘âm 6/68; en-Nahl 16/48, 79; Sebe’ 34/6; Zümer 39/60; Munâfikûn 63/4; el-İnsân 76/20; el-Fîl 105/1).
Düşüncenin bilinenden bilinmeyene doğru hareketi sağlam deliller üzerinden doğru çıkarımlar yapmakla mümkün olduğundan Kur’an’da teakkul, tefekkür, tedebbür, tezekkür, nazar, basar, rü’yet ve i‘tibâr emirleri delile dayalı olma ve delil getirme talebini de içermektedir. Anılan bu düşünme işlemleri arasındaki nüanslar gerçeği bütün yönleriyle vüsatle ve derinlemesine kavramaya yönelik Kur’an’ın ısrarlı ve gerçekçi tutumunun bir tezahürüdür. Kur’an’da akletmeyle ilgili geçen ve düşünme ameliyesinin ince farklılıklar içeren boyutlarına değinen bu kavramların aynı zamanda akıl yürütmenin değişik aşamalarına ve varyantlarına işaret ettiği de söylenebilir.
Aklî ve tecrübî delillendirme ne demektir?
Aklî/salt mantıkî delillendirme, hiçbir tecrübî esasa ve bulguya dayanmaksızın yalnızca zihinsel faaliyetin ürünü olarak, yani delil formatında kullanılan öncüllerin biçim ve içerik yönlerinden mantıkî kıyas esaslarına dayandırılmasıyla yapılan delillendirme olup, kıyas yoluyla bilinenden hareketle bilinmeyene (dair yargıya) varmayı hedeflemektedir. Aklî delil, sırf zihinsel olan mükemmel varlık ve zorunlu varlık kavramlarından yola çıkarak Allah’ın biricik varlığını göstermeye çalıştığından dolayı varlık delilini/ontolojik delili de kapsamaktadır.
Tecrübî delillendirme ise, deneye ve empirik doğrulamaya dayalı yapılan delillendirmedir ve âlemden Allah’a gitmeyi esas almaktadır. Her ne kadar tecrübî delil deney ve empirik doğrulama temelli olsa da, esasen delillendirme tabiatı gereği aklî olmak zorunda olup mantıkî doğrulama niteliği taşımaktadır, yani elde edilen deneysel verilerden ve deneyimlemelerden sağlanan zihinsel sıçrama ile bir şeye işaret edilerek gerçekleşmektedir. Delilin tecrübî temele dayalı olması onun aklîlik özelliğini ortadan kaldırmamakta, yalnızca onun kalkış noktasına işaret etmektedir.
Kur’an’da tevhid, nübüvvet ve meâde dair yoğun halde hem salt mantıkî ve ontolojik deliller serdedilmek suretiyle aklî delillendirmelere, hem de kozmolojik, teleolojik, mucizelerle, dinî tecrübelerle ve eskatolojik doğrulamalarla tecrübî delillendirmelere yer verilerek bilinen delillendirme türlerinin hemen hepsi kullanılmıştır. Zira zihinsel ve duyusal melekeleriyle çok yönlü ve kompleks yaratılışa sahip bir varlık olduğundan insanın farklı veçhelerine yönelik deliller getirilmesinin, onu ikna ve tatminde en doğru, isabetli ve elverişli yöntem olduğu muhakkaktır.
Aklî ve tecrübî delillendirme, Allah’ın varlığı/birliği, ortağının olmayışı, nübüvvetin ispatı, Kur’an’ın hak kelamı oluşu, öldükten sonra diriltme mevzularında ikna ve izah bakımından nasıl kullanılmakta ve değerlendirilmektedir?
A) Öncelikle Kur’an’da aklî delillendirmeyi ele alalım. Kur’an’da Allah’ın varlığına/birliğine dair konunun tabiatı gereği hem ontolojik hem de salt mantıkî deliller getirilmekte, peygamberlik ve öldükten sonra diriltilmeye dair çeşitli mantıkî delil formatlarına uygun çok sayıda aklî delillendirme örneklerine rastlanmaktadır. Öyle ki Kur’an’da mantıkî delillendirmeyi işlediği el-Kıstâsü’l-Müstakīm adında müstakil bir eser kaleme alan Gazzâlî, birçok ayetin kendisinin ölçü (mîzân) olarak adlandırdığı mantıkî kıyas çeşitlerini içerdiğini, Kur’an’da getirilen salt mantıkî delillendirmelerden kıyas çeşitlerini öğrenmenin ve tespit etmenin mümkün olduğunu ileri sürmektedir.
Allah’ın varlığı ve birliği, ortağının olmayışı, ulûhiyet sıfatları gibi konularda çok sayıda kanıtlamanın ve mantıkî doğrulamanın Kur’an’da yer aldığı görülmektedir. Allah’tan başka tapınılanların tanrılık liyakatinin olmayışının, çok sayıda tanrının varlığının ve Allah’ın çocuk edinmesinin imkânsızlığının kanıtlanmasıyla, O’na ortak koşulanlar ile Allah’ın mukayesesiyle ve kimi eşsiz nimetleri ve rızkı Allah’tan başka kimsenin veremeyeceği doğrulamasıyla ve benzeri mantıkî kanıtlamalarla Kur’an’da Allah’ın birliğinin ispat edildiği görülmektedir.
Kur’an’da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetinin ispatı ise görevinin, peygamberlik kurumunun ve Allah’a imanın gereği konularında ve onunla birlikte melek indirilmesi veya melek peygamber gönderilmesi talebi gibi konularda değişik mantıkî doğrulamalarla yapılmaktadır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin elçilik görevinin gereğiyle, kendinden önce gönderilen peygamberlerin durumuyla, Allah’a iman temelinde ve nübüvvetine dair tutarlılık doğrulamalarıyla kanıtlandığı görülmektedir.
Kur’an’ın Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uydurması bir beşer sözü olmasının imkânsız olup ancak Yüce Allah’ın kelamı olduğunun ispatı ise, onun çelişki ve tutarsızlıklar içermeyişi, benzerini getirmenin mümkün olmayışı ve geçmişte yaşanan kimi olaylara dair gaybî haberler vermesi konuları delil getirilerek ortaya konulmaktadır.
Kur’an’da öldükten sonra yeniden diriltilmenin ise kesin olarak gerçekleştirileceği muhtelif doğrulama şekilleriyle serimlenerek bunun için çeşitli mantıkî çıkarımlarda bulunulmakta; gerek temsilî (analojik/benzeşimsel) kıyaslar ve mukayeseli örneklemelerle gerek tutarlılık doğrulamalarıyla ve gerekse yaşanmış tecrübeleri ve numuneleri gösterilmek suretiyle öldükten sonra diriltilme hakikati müşahedeye dayalı aklî delilleriyle ve mantıkî doğrulamalarla ortaya konulmaktadır.
Kur’an’da öldükten sonra diriltilmenin, kıyametin ve öte dünyanın gerçekleşmesi hakikati birkaç değişik yolla kanıtlanmaktadır.
1- Bunlardan birisi, (a) ilk kez yaratana yeniden yaratmanın ağır gelmeyeceği, (b) zor olanı yaratanın kolayı rahatlıkla yaratacağı ve (c) varlıkları zıtlarından yaratabilenin ölüleri de diriltebileceği şeklindeki mantıksal delillendirmedir.
2- Bir diğeri, (a) canlılığın bir tek şeyden (sudan) yaratılışı, (b) ölümünden sonra yeryüzünün canlandırılması ve (c) insanın uykusundan uyandırılması temsilleriyle benzerlik doğrulamasıdır.
3- Başka birisi, (a) hesaba çekilmek ve karşılığı verilmek üzere amellerin kaydedilerek korunduğu ve (b) insanın bedensel gelişiminin ve onu oluşturan unsurların kayıt altında tutulduğu gerçeklik kanıtlamasıdır.
4- Bunların dışında, (a) öldükten sonra dirilmenin Allah’ın vaadinin gereği olacağı mantıksal çıkarımı ve (b) öldükten sonra diriltmeyi dünyada yaşanmış örnekleriyle doğrulama şekilleri de bulunmaktadır.
Öte yandan bir delil formatında yer almamakla birlikte Kur’an’da ontolojik delilde kullanılan kavramlara çok sayıda referansla Allah’ın varlığı/birliği ihsas edilmektedir. Kur’an’da doğrudan gerçekte mükemmel olan Allah’ın zorunlu varlığından ve zâtından kalkarak O’nun mahiyetinin ve kemal vasıflarının, dolayısıyla dışında kalan yarattığı bütün diğer varlığın varlık ve niteliklerinin doğrulandığı görülmektedir. İhlâs suresinde yalnızca Allah’tan bahsedilerek O’nun zâtı, mahiyeti ve hakiki birliği tarif edilmiştir.
Ontolojik delillendirme yönteminin Kur’an’da yer bulmasının temel sebebinin onun hitabın sahibi olan –varlığı zorunlu, her şeyin ilkesi ve illeti, eşiti, benzeri, ortağı, zıddı ve misli olmayan bir ve tek, mümkünâtın eksiklik ve kusurlarından ve onlardan etkilenmekten münezzeh, bütün mevcudata varlıklarını ve devamlarını bahşeden, öncesi ve sonrası olmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayıp zatıyla kâim– Yüce Allah’ın kelamı olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Zira O, her konuda olduğu gibi, zatını en yüksek ve yetkin tarzda nitelemekte de asıl söz sahibi olandır; zatını O’dan daha iyi tarif edecek ve bildirecek olan yoktur.
B) İkinci olarak, tecrübî delillendirme daha ziyade teleolojik delillendirmeler olmak üzere kozmolojik kanıtlamalar, mucizelerle delillendirme, dinî tecrübeyle ve eskatolojik doğrulamalar halinde Kur’an’da Allah’ın birliği, peygamberlik ve öldükten sonra diriltilmeye dair çok yoğun olarak kullanılmıştır. Biz araştırmamızda konunun genişliği sebebiyle bunlardan yalnızca kozmolojik ve teleolojik delillendirme türlerini ele aldık.
Kozmolojik delil, âlemden Tanrı’nın varlığına gitmeye çalışan delil demektir. Bu delil, bir taraftan İslam filozoflarınca imkân delili, diğer taraftan kelamcılar marifetiyle varlığın önceliliği dolayısıyla bir öncesize olan ihtiyacı üzerine inşa edilen hudûs delili şeklinde kurgulanmıştır.
Kur’an’ın hedef ve maksadı entelektüel seviyede doyurucu bir içeriğe sahip olmak ve seçkinler üzerinden toplum hayatına yön vermek değil, doğrudan doğruya toplumun geneline yönelik bir hitabı esas alarak tüm katmanlarına seslenmek suretiyle onun dönüşümünü gerçekleştirmeyi sağlamak olmuştur. Bünyesinde ve halkın geneli nezdinde ciddi sınırlılık ve kısıtları barındırmaktan kurtulamayacağından yalnızca seçkinlere dönük ifade ve beyanın semavî hitabın ifade karakteristiğini temsil etmediği ve onun temel tutumu ve önceliği olmadığı yanında, üslubuna bir yükseklik, üstünlük ve kalite getirmeyeceği de bilinmektedir. Buna karşılık onun halkın genelini gözeten bir ifade ve hitap üslubunu seçmesiyle yalnızca avamın değil aynı zamanda –halka yönelik hitabı anlamaları önünde bir engel bulunmadığından– havasın da ihtiyacını karşılayacak ifade ve anlam genişliğine sahip yüksek bir üslubu taşıdığı görülmektedir.
Kur’an’da çok sayıda ayette Yüce Allah kendisini yaratan ve yoktan var eden olarak nitelemiştir ki, yaratmayla ilgili ayetlerin tamamı bünyesinde bir kozmolojik delillendirmeyi barındırmakta olup, bunlar kelamcıların delili diye de bilinen hudûs delilinin temel ve esasını oluşturmaktadır. Kur’an’da yaratılmışlar kendiliğinden ve kendi başlarına var olamayacağından, onların yaratıcılık vasfı da bulunmadığından yaratma yalnızca Yüce Allah’a tahsis edilmekte ve yaratılmışlar (havâdis) ile yaratan (muhdis) -aynı cinsten olmaları mümkün olmadığından- farklı varlık kategorilerinde değerlendirilmektedir. Kur’an varlıkların geçicilikleri, yok oluşları (fenâ) ve muhtaç oluşlarıyla birlikte Yüce Allah’ın varlığa aşkın (celal sahibi), onlara varlık veren (ikram sahibi) varlığı sonsuz (bâki) ve ihtiyaçtan müstağni (ganî) olduğunu nazara vererek eşyanın yaratılmışlığı (hudûs), dolayısıyla yaratılmaları (ihdâs) için bir yaratıcıya (muhdis) muhtaç oldukları çıkarımında bulunmamızı sağlamaktadır.
Daha çok İslam filozoflarının benimsediği kozmolojik delil türü olan imkân delili kurgusunun varlığını göstermeye yetecek kimi verileri de birçok ayette bulmak mümkündür. Çok sayıda ayette varlıkların sebepsizce, kendiliğinden, durduk yere veya kendileri cinsinden bir sebeple değil, ancak var olmalarını yok olmalarına tercih eden bir küllî irade (müreccih) tarafından varlık sahasına çıkarılışı vurgulanmaktadır. Varlıklar belirsiz ve herhangi vaziyette bırakılmayarak, sınırsız imkân ve sonsuz ihtimaller arasından birbirinden ayırdedilmelerini sağlayacak onlara özel bir mahiyet ve keyfiyette, suret ve hüviyette, sıfatlar ve teçhizatta belirleyen bir seçicinin (muhassıs) kudret eliyle sanatlı olarak yaratılmışlardır. Bu da mümkünâttan olan bu varlıklara ve âleme varlık ve belirlenimini (taayyün ve teşahhus) veren kadim ve ezeli, varlığı zorunlu (vâcibü’l-vücûd) olan Yüce Allah’ın zatını ve sıfatlarını kader çizimleri ve kudret eserleri üzerinden isim ve fiilleriyle göstermektedir. Kur’an’da Allah’ın yaratmasının ve yaratılmışlar üzerinde tasarrufunun belli bir ölçüyle (takdir) olduğu, yaratılmışlara ve onların düzenine dair bir ölçü konulduğunun geçtiği ayetlerde O’nun yaratılmışların varlığını yok olmalarına tercih ettiği, onların belli biçim ve özelliklerde var olmalarını seçerek belirlediği (tahsis) açıkça ifade edilmektedir.
İslam düşüncesinde gaye ve nizam veya hikmet ve inayet delili olarak bilinen teleolojik delil ise evrende gözlenen düzenin kendiliğinden meydana gelemeyeceği esasına dayanmaktadır. Âlemin varlığı, estetik görünümü, uyumlu işleyişi ve belirlenen süre içinde bozulmadan devam etmesi ancak sonsuz kudret sahibi ilâhî bir varlığa bağlanması halinde mümkündür. Kör bir tesadüften çıkması veya kendi kendine oluşması yahut bilinçsiz maddenin etkisiyle meydana gelmesi mümkün olmadığından tabiat olaylarında hâkim olan büyük ahenk, hassas denge ve şaşmaz düzen, onu ortaya koyan ve sürdüren, varlıkları ve olguları düzenleyerek insanın hizmetine sunan ilim, irade, kudret, akıl, idrak ve hikmet sahibi bir düzenleyicinin, ezeli bir yaratıcının bulunmasını zorunlu kılmaktadır.
Kur’an’da Allah’ın biricik varlığının ve ortaksız yönetiminin, ulûhiyetinin ve rubûbiyetinin ispatında çoğunlukla teleolojik delillendirilme yönteminin kullanıldığı görülmektedir. Onda teleolojik delillendirmeler hem âlemde kurgulanan düzen, eşya ve olgulardaki düzenlilik yönünden, hem varlıkların gayeliliği ve hikmetli yaratılışı yönünden ve hem de canlı ve insan türüne âlemdeki diğer varlıkların hizmet ettirilmesi, onların kullanımına ve yardımına verilmesi yönünden nizam, gaye ve inayet delilleriyle yapılmaktadır.
Sizin deyiminizle; “Kur’an’ın, insanın değişmez tabiatına ve temel niteliklerine uygun düşen, hak ve hakikati kabule sevk ve ikna ederek kanıtlama tavrını hiç bırakmaması” Kur’an’a ait çok üstün bir değeri ifade etmektedir. Bu ikna tavrının ve üslubunun farklı seviyelerdeki insan topluluklarında etkisine dair neler söylemek istersiniz?
İnsanlığın bütününü hakka ve hakikate yöneltme gayesinde ve iddiasında olan bir hitabın toplumun tüm katmanlarına ve kesimlerine seslenmesi, onların fikrî yapılarını ve duygu dünyalarını gözeten, akıllarını ve kalplerini doyurucu nitelikte bir beyanı esas alması gerekmektedir. Hitap üslubunun karakteristiğini kaçınılmaz olarak toplumda büyük çoğunluğu oluşturan avamın anlayışının hâkim olduğu toplumun vasatının belirlemesinde şaşılacak bir durum yoktur.
Kur’an’da Allah’ın birliği, öldükten sonra diriltilme ve peygamberliğin doğrulanmasına dair sıklıkla teleolojik delillendirmelerin yapılıyor olmasında, onun muhatap kitlesinin yalnızca toplumun azınlık kısmını oluşturan seçkinler (havas) değil bunlarla birlikte genelini oluşturan halk kesimi (avam) olmasından ötürü, hitabın kelâmî ve felsefî delillerde olduğu gibi eğitimli ve fikri donanımları yüksek seçkinlerin kavrayabilecekleri kavramsal muhtevayı ve mantıkî doğrulama yöntemlerini içeren nazarî delil formatını esas almak yerine, çoğunluğun ortalamasının anlayış ve kavrayışını gözetmesinin ve hemen herkesin zorlanmadan rahatlıkla kavrayabileceği delillendirmeler içermesinin etki ve sonuç almada üstünlüğü bakımından tercih edildiği açıktır. Halkın geneline yönelik bir hitaptaki mesajı seçkinlerin almakta zorlanmamalarına karşılık, seçkinlerin zihinsel düzeylerini ve fikri kapasitelerini gözeten bir hitaptaki mesajı halkın çoğunluğunun anlamakta ve idrakte zorlanacağı hatta kendisine düşen payı alamayacağı bilinen bir husustur. Kur’an’ın tevhide, ahirete ve peygamberliğe dair meselelerde muktezâ-i hâle mutabakat (şartların ve durumun gereğine uygun hareket etmek) kabilinden avamın aklî seviyesini ve fikrî kapasitesini gözeten, anlayış ve kavrayışını okşayan bir hitap üslubunu ve hemen herkesin kolaylıkla ve rahatlıkla kavrayabileceği teleolojik delillendirmeleri esas almasında yöntem ve üslup bakımından bir eksiklik, kusur ve anlaşılmaz bir yan bulunmamaktadır.
Kur’an, delillendirmelerinde kelam ve felsefe disiplinlerinde olduğu gibi bir mantıkî biçimselliği ve teorik delillendirme sistematiğini esas almamış, insan aklını hiçbir kere düşünmeyi zorlaştıran karmaşık, yapay ve durağan mantığın biçim ve kurgu kalıplarına bağlı kalan biçimsel ve sistematik delillendirmelere mahkûm etmemiştir. Bunun yerine açıklığı, tabiî akıl yürütme tarzını ve selim aklı gözeterek aklın zorlanmadan iknası yanında, duyguları ve vicdanı da ihmal etmeyerek kalbin kolayca kanmasını sağlayan basit, doğal ve dinamik bir delillendirme mantığı gütmüştür. Kur’an insanı akıl, tefekkür ve zihnî melekeler yanında kalb, hissiyat ve değişik ruhî kabiliyetleri de barındıran bir idrak varlığı bütünü olarak muhatap almakla onun varoluşsal bütünlüğünü gözetmiş, toplumun hangi katmanından olursa olsun her insan ferdine hitap eden, onların kavrayışlarını zorlamayacak tabiî ve fıtrî delillendirmeler getirmiştir. Kur’an, getirdiği delillendirmelerinde toplumun genelini oluşturan basit fikirli halk tabakasının anlayış ve kavrayışlarını dikkate almanın yanında, ciddî entelektüel kapasite ve birikime haiz seçkinlerin idrakini de ihmal etmeyen derinlikte delillendirmelerde bulunmuştur.
Kur’an, insan tabakalarının kültürel durumunu ve medenî seviyesini, dinî-ahlakî yapısını ve psiko-sosyal şartlarını, idrak düzeyini ve bilgi birikimini, alışkanlıklarını ve kabullerini gözeten, beşerin hem aklına ve fikrine hem de kalbine ve duygularına yönelik bir hitap üslubunu seçerek insanda doğuştan gelen apaçık bilgilere dayanan, dolayısıyla toplumun değişik katmanlarında yer alan hemen her ferdin anlayabileceği delillendirmelerde bulunma yolunu seçmiştir.
Bir tek konuda bile hakikati bütün yönleriyle kuşatan geniş bir anlam yelpazesi içerisinde farklı ve çok yönlü mana tabakalarına delâlette Kur’an, muhatabı çeşitli insan tabakalarının idrak kapasitelerini, bilgi birikimlerini ve anlayış düzeylerini gözetir sıra dışı bir hitap üslubunu seçmekle delillendirmelerinde muazzam bir kapsamlılık ortaya koymaktadır. Kur’an hitabının -temelde toplumun vasatına yönelik bir üslubu haiz bulunsa da- bünyesinde farklı toplum katmanlarının ve insan sınıflarının anlayışlarını okşayacak mana derinliğini içerdiği görülmektedir.