Şüphesiz güzel ahlâk, sadece İslam’ın değil, bütün semâvi veya beşeri dinlerin, hatta dindışı gelenek ve kültürlerin de önemsediği evrensel bir olgudur. Yani yüce yaratıcı hiçbir peygamber göndermeseydi bile insanlar, haksız yere cana kıymanın, hırsızlığın, yalan söylemenin, taciz ve tecavüzün, şiddetin, her türlü zulüm ve haksızlığın, adaletsizliğin doğru şeyler olmadığını vicdanen bilirlerdi. Zira bu temel ahlâk ölçüleri bütün insanlara yaratılıştan verilmiş, ontolojik bir gerçekliktir.
Ne var ki: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/7, 8, 9) ayetlerinde açıkça görüldüğü üzere insanlara sadece iyilik duyguları değil, kötülük duyguları da verilmiştir. Ama bununla birlikte insana kötülükten sakınma yeteneği dediğimiz takva duygusu veya daha kolay anlayabileceğimiz bir ifade ile sorumluluk bilinci de verilmiştir. Nitekim ayette insandan bu bilinçle hareket ederek nefsini arındırması isteniyor. Tüm bu gerçeklerden hareketle anlıyoruz ki, nefsine kötülük ve iyilik yapma yeteneği verilen ve ikisi arasında tercihi kendisine bırakılan bir insan imtihandadır.
Nitekim “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2) ayeti de bu gerçeği ifade eder...
Evet, insanoğlu, nefsine verilmiş kötülük duygusu nedeniyle menfaatine düşkün ve bencildir. Bu nedenle iyi olan duygu ve davranışları aklen bulamamış, bazılarını vicdanen bilse de bu doğruları uygulama noktasında iradesine her zaman hakim olamamıştır.
Bu sebeple bu güzel değerlerimizin doğru bilinmesi ve iyi anlaşılması adına insanoğluna yüce Rabbimiz tarafından hem bildirici hem de müjdeleyici ve uyarıcı olarak resuller ve nebiler gönderilmiştir.
“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/165)
Hadis-i şeriflere göre yüz yirmi beş bin resul veya nebi bu âleme bu nedenle teşrif etmiş ve her birisi kendi zamanlarında insanları imana ve güzel ahlâka davet etmişlerdir. Ne var ki zamanla bu peygamberlerin kitapları ve sözleri ya değiştirilmiş ya da etkileri zayıflamıştır. Aslında bütün peygamberler temelde aynı şeyleri insanlara tebliğ için gelmiş olsalar da insanların bencillik ve menfaatperestlikleri nedeniyle bu ölçüler bozulmuş, unutulmuş geriye onlardan ancak birtakım güzel izler kalmıştır. Nitekim dünya üzerinde eğer biraz huzur varsa yine bu peygamberlerin manevi mirasları sayesindedir. Bugün yeryüzünde yaşayan dinler ve topluluklar içerisinde İslam ahlâkından başka hiçbir ahlâk ölçüleri, insanlık için doyurucu ve tatmin edici değildir. Zira güzel ahlâk ilkeleri kemâl ve olgunluk mertebesine, yüce Kur’an’la ve onu şahsında en güzel şekilde temsil eden Efendimizle (s.a.v.) ulaşmıştır. Bugün bütün dünya halkları ise gerçekten bu ahlâki ilkelere çok muhtaç haldedirler.
İslâm’ın Bizden İstediği Güzel Ahlâk Nedir?
Güzel ahlâkın ilk ilkesi, içinde yaşadığımız şu varlık âlemi ve kendimiz hakkında gerçek bir bilgiye sahip olmakla başlar. Yani güzel ahlâkı kemâle erdirmeye önce yaratılmış varlıklar olduğumuzu, bizi bir yaradanın olduğunu bilmek ve buna iman etmekle başlamak gerekir. Bu temel gerçeklik bilgisi yerli yerine oturmadan, kâmil bir ahlâktan bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle bir olan Allah’a, gönderdiği peygamberlerine ve kitaplarına, dolayısıyla ahirete iman etmemiş insanlar, bizler de güzel ahlâklı olabiliriz deseler de bu sözler ancak boş bir temenni ve kendini aldatmadır... Zira Allah ve ahiret bilinci olmayan bir insanın fedakârlığı, cömertliği, diğerkâmlığı veya her türlü iyiliği, asla samimi bir müminin bu erdemleriyle yarışamaz. Her toplumda bireysel anlamda cömertler, fedakârlar, merhametli insanlar olabilir ama bütün erdemlerin, karşılık beklemeden sırf Allah rızası için ortaya konabildiği ve büyük bir incelik ve uyum içerisinde bir araya geldiği tek ahlâk sistemi, İslam ahlâkıdır. Bu gerçeği tartışmak bile anlamsızdır.
Peki, İslam bizden nasıl bir ahlaki anlayış beklemektedir?
İslam’ın bizden istediği güzel ahlak, kendimizden başka her mahlûkatla girdiğimiz sosyal ilişkilerde Kur’an ve sünneti ölçü almak, ona uygun davranmaktır. Bu şekilde olursa bunun adı İslam’a göre güzel ahlâk olur. Yoksa görünüşte iyilik gibi görünen, eylem ve düşüncelerin hepsini güzel ahlâk kavramı içerisinde değerlendirmek mümkün değildir.
Dışardan cömertlik, sevgi, merhamet, cesaret, vakar, tevâzu, yardımseverlik... gibi görünen birçok eylem ve davranışlar Kur’an ve sünnet incelemesinden geçmeden güzel ahlâk özelliği kazanamazlar. Hatta İslami kritere uymayan ve güzel gibi görünen amellerin birçoğunun büyük günahlar kategorisine girme ihtimali bile mümkündür.
Mesela merhamet çok asil bir duygudur, Rabbimizin Rahman isminin kullardaki tecellisidir. Bu duygu, servet gibi manevi bir zenginliktir. Ama nereye nasıl kullanılacağı bilgi ve ölçü gerektirir. Şöyle ki; İnsanlığın ve toplumun huzuru için bu duygunun hak, hukuk, adalet gibi ilkelerle dengelenmesi gerekir. Yoksa huzur sebebi olacakken kargaşa ve anarşi sebebi olabilir. Mesela koyunları boğup boğup bırakan bir kurda bu vahşiliğini yaparken merhamet edersen, masum kuzulara merhametin nerede kalacaktır… Bunun gibi insanlara ve topluma huzur veren bütün erdemli davranışların yanlış ve ilkesiz uygulamaları, bakarsın ki insan ve toplum için huzur ve nizamı bozan kötülüklere dönebilir. Kur’an’da bu tür ilkesiz davranış şekilleri haddi aşma diye belirtilir.
“Haddi aşan ve Rabbi’nin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Şüphesiz ahiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır.” (Tâhâ, 20/127)
Dolayısıyla haddi aşma cezayı gerektiren bir davranış olur.
Mesela, cömertlik; bir insanın, sâhip olduğu imkânlardan ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâkî vasıftır. Lâkin servetini, imkânlarını hayra, iyiliğe kolayca verebilen bir insan, şerre de kolayca verebilir. İşte şerre veya boşa harcanan servetin adı cömertlik değil israftır ve israf yerinde cimrilikten kötüdür.
Nitekim “Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (İsra, 17/27) “...Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31) “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan, 25/67) gibi ayetler de görüldüğü gibi erdem olan cömertlik, İslam’ın ölçüleriyle denetlenmiş cömertliktir.
Mütevazı olmak da çok büyük bir erdemdir. Bütün peygamberler mütevazı insanlardı, Efendimiz de (s.a.v.) şüphesiz öyle idi. Peki mütevazı olmanın, alçak gönüllü olmanın bir sınırı yok mudur? Mesela, İslam dininde, şerefini, izzetini, haysiyetini ayakaltına almak pahasına bir tevazu bizlerden istenir mi? Elbette ki hayır, zira Allah (c.c.) birçok ayet-i kerimede “müminler izzetlidirler, izzet ve şereflerini her zaman korurlar, kendi aralarında alçak gönüllü olsalar da din düşmanlarına karşı kibirli ve şiddetlidirler.” buyurur.
Mesela; “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih, 48/29)
“...Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir...” (Münafıkun, 63/8) ayetlerinde belirtildiği gibi...
Gerek kâfirlere karşı, gerekse kendi aramızda tevazuyu zillet seviyesine indirmek Allah’ın istediği bir davranış değildir. Aksine izzetli ve vakarlı olmamız istenir. Bu anlamda vakar kendi alanını Allah için korumaktır. Burada ciddiyet ise vakarı koruyan bir özelliktir. Lakin vakarın da kibir ve ubuset gibi iki istenmeyen davranışa dönüşme ihtimali vardır.
O zaman daha iyi anlaşılması için biraz açacak olursak, vakarın arkasında ilkeler olmalıdır. Allah ile olan ilişkilerde, ilkelerin ön planda egonun geri planda olması gerekir, işte böyle olursa vakar olur. Vakarda egonun yeri tamamen yok da değildir. Zira Allah (c.c.) varlığımızın bütünüyle yok olmasını istemez, onu müspet olarak ortaya koymamızı ister. O halde vakar, İslam’ın ilkelerine dayalı bir ciddiyet halidir. Peki, aksi, yani ego baskın, ilkeler geri planda olursa ne olur? O zaman bu vakar değil olsa olsa kibir ve ubûset olur.
Görüldüğü gibi bu mevzuların inceliğini kavramak akıl ve bilginin ötesinde basiret ve firaset gerektirir. Bu nedenle, İslam ahlâkı konusunda “Avârifu’l-Maarif” adlı çok mühim bir eseri yazmış olan İmam Şehâbeddin es-Sühreverdî, bu eserinde der ki: “Meskenet ve zillete düşmeden tevazu sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. Bunu becerebilen ve bu hususta sabitkadem olabilenler ancak râsih ulema, kurb makamına ermiş sâdât-ı kirâm ile sıddîklerdir.” (Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, s. 305)
O halde diyebiliriz ki, sevgi, fedakârlık, cesaret, sabır gibi daha nice güzel erdemlerin böyle ifrat ve tefrit ortasında bir itidal hali ve incelikleri vardır. Bunların tespiti ve inceliği yalnız akıl ve felsefeyle bilinemez, bunun için vahiy, ilham, keşif, firaset gibi manevi bilgi kanallarına da ihtiyaç gerekir. Bu nedenle peygamberlerin getirdiği mesajlara ve peygamberlerin gerçek varisi konumundaki maneviyat sahibi âlimlerin, tespit ve açıklamalarına her zaman insanlık olarak çok büyük ihtiyacımız vardır.
Bugün, toplumların mutlak ihtiyacı olan ahlâki değerlerin yerini doldurması için icat edilen hümanizm, özgürlük gibi söylemlerin ve bu sloganlarla insanları aldatan beşeri sistemlerin neredeyse hiç işe yaramadığı ve bu çabalara rağmen yeryüzünde zulüm, haksızlık ve adaletsizliklerin zirve yaptığı bir zamanı yaşıyoruz. Öyle ki özellikle bu söylemleri en çok dillendiren ve savunan devletlerin yaptığı katliamlar, soykırımlar, eşkıyalık ve hırsızlıklar nedeniyle bu sistemlerin iflası artık kimseden saklanamıyor. Bireysel olarak vicdanımızda hissettiğimiz doğrular ve içimizde var olan sevgi, şefkat, merhamet, fedakârlık gibi güzel duygular da toplumlara huzur, adâlet ve barışı getirmiyor.
Neticede diyebiliriz ki, toplumların günümüzde olduğu gibi çıkmazlara girip, işin içinden çıkamadığı zamanlar, tarihe bakılırsa Allah’ın (c.c.) kullarına kurtuluş reçetesi olarak Nebi veya Resuller gönderdiği zamanlardır. Lakin bugün dünya üzerindeki bu zulüm ve haksızlıkların ortadan kalkması için yeni bir kitap gelmesine gerek yoktur. Zira ahir zaman peygamberi olan Efendimizin (s.a.v.) getirdiği mesajlar bin dört yüz yıldır bir mucize olarak tazeliğini korumaktadır. Ama şu var ki, bu mesajların, aslına sadık kalarak bu çağa uygun bir anlayışla ve örnek bir yaşayışla yeniden ortaya konması gerekir. İşte bu zamanda İslam ve insanlık adına yapılacak en önemli hizmet bence budur.
Allah’a (c.c.) emanet olunuz.